İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ K.S.
Avrupa’da birkaç ay kalabilme fırsatını elde etmiş ve şöyle-böyle bir
yabancı dili hecelemeye başlamış pek çok insan, yapacak başka bir şey
kalmamış gibi kendi insanını tezyif etmekte (alaya almakta) ve
milletini hakir görmektedir. Bu tür insanların ağzından şu ifadeleri
çok duymuşsunuzdur:
“Ah, ne kadar geri bir milletmişiz!.. Meğer hayat Batı'daymış... Bizim
ülkenin insanları âdetâ canlı cenazeler... Bu yığınların, yaşadıkları
çağı yakalamaları mümkün değil... Hele Müslümanlık, o bütün bütün
çağdışı... Biz, bu kılık ve kıyafetle varılabilecek yerlerin en
yakınına dahi varamayız!.. Dünya başını almış göklerde dolaşırken,
bizler bu sıkma başlarla hâlâ yerde yürürken de tökezliyoruz. Milletin
yükselip çağıyla hesaplaşması düşünülüyorsa, bu, Batılılaşmadan
geçer...” vs...
İşte bu düşünceler, merhametsiz yılların ve karanlık günlerin
yabancılaştırdığı derbeder nesillerin düşünceleri ve bir dönemde heder
olup (boşa) gitmiş yığınların hezeyanlarıdır (boş konuşmaları). O
talihsiz günlerde bu hezeyanlara cevap veren bir başyüce kamet vardır:
İskilipli Atıf Hoca. O, “Frenk Mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka”
ismiyle yazmış olduğu eseriyle geri kalışımızın gerçek sebepleri
üzerinde durarak hakikati haykırmıştır. Ne var ki, hak ve hakikata
tahammülü olamayan yarasa ruhlular, sesini soluğunu kesmek için onu
sudan bahanelerle idam sehpasına kadar götürmüşlerdir. Şimdi sizleri
bu büyük dava adamının ibret dolu hayatıyla başbaşa bırakıyoruz...
Ali İhsan ER
YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Atıf efendi Akkoyonlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden
Mehmed Ali ağanın oğlu olup, 1292 hicri senesinde Çorum’un İskilip
kazasının Tophane köyünde dünyaya gelmiştir.
Annesi Mekke-i Mükerremeden göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap
dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed
Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
TAHSİL HAYATI
Büyük babası Hasan Kethüda efendinin himmetiyle evvela köy hocasından
başladığı tahsiline 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te,
müderris Hoca Abdullah efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893
Nisanında ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese
tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşambalı hocanın rahle-i
tedrisine (Bir âlimden alınan ders) oturdu. Medresede daha çok
“İskilipli Mehmed” olarak anılırdı.1902’de medrese eğitimini iyi
derece ile bitti ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına(bir nevi mesleki
kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini (Profesör) kazandı,
ertesi sene Fatih Camiinde ders vermeye başladı.
Bu arada İstanbul Dar-ül Fünunu ( Üniversite) İlahiyat Fakültesine
girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça
muallimliğine (öğretmenliğine) atandı.
MEYVELİ AĞAÇ
Mehmed Atıf Efendi Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet ( Bir
hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet
sistemi) öncesi ve sonrasında da çeşitli garazkarların (Hased ve
düşmanlık) yanlış tevil (yorum) ve nazarları (bakış açıları) yüzünden
taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri
vermeyi sürdürdü.
Meşihat –ı İslamiye dairesinde ( İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile
uğraşan devlet dairesi) bulunan dersiamların (Asistan) mağduriyetini
giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülİslam’ı
tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden
Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti.
Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta
evvel İstanbul’a geri döndü.
1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar
Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları
yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hatta
yurtdışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden
heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım
evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri
çevirdi.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret
ettiğinde Atıf Hocaya şöyle söylemiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha
olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
Bilahare Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında
bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya
çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud
Şevket paşanın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi
ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl
sürgün hayatı yaşadı.
Sinop sürgününün canlı şahitlerinden emekli imam Cevdet Soydanses bey,
Atıf hocayı şöyle anlatmakta: “Atıf hocayı ilk defa Sinop’ta gördüm.
Küçük bir çocuktum henüz. İttihatçılar 600 kadar kişiyi Sinop’a
sürmüştü. Aralarında babamla Atıf Hocanın da bulunduğu bu sürgünlerin
mühim kısmı hoca idi, din adamıydı. Atıf Hoca çok efendi bir insandı.
Sessiz, sedasız, ağzı çok iyi laf yapar, eli kalem tutardı. Bu
sürgünden sonra İstanbul’a dönmüştü.”
Bahsi geçen iki hadisede de resmi makamlar, bir yanlışlığa kurban
gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir.
1919 yılında Dar-ül Hilafet-i âliye (Yüce Hilafet merkezi) medresesi
İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu)
Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine
getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21
Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali
bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu
vermektedir: “Fatihin en tanınmış bir hocasıdır.”
CEMİYET HİZMETLERİNDE
Atıf efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü
kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her
birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf
(yönelik) hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine
bağışlanmak üzere kaleme aldığı “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve
Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu - Şeriata göre Deniz ve Kara
kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği” adlı eser o sıralar çok takdir
toplamıştı.
19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said efendi,
Ermenekli Saffet efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler
cemiyetini (profesörler derneği) kurdu ve ikinci başkanlığına
getirildi. Bu cemiyet müderrislerin haklarını korumak ve aralarında
dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet aldığı bir
karar gereği ismini Teali-i İslam’a (İslamı yüceltme) çevirdi ve halka
açıldı. Mustafa Sabri beyin Şeyhülİslam olması üzerine cemiyetin
başkanlığına getirildi.
Tahir-ül Mevlevi bey Atıf Hocayla ilk tanışmasını şöyle
anlatıyor:“Fatih dersiamlarından İskilip’li Mehmed Atıf efendi
1336(1920) tarihlerinde İbtida-i Dahil medresesi umum müdürlüğüne
getirilmişti ki, ben de orada müderris bulunuyordum. İttihat hükümeti
tarafından nefy (sürgün) edilmiş ve birkaç sene sürgünde kalmış olan
Atıf Efendiyi o vakte gelinceye kadar tanımıyordum. Kendisi ile vazife
sebebiyle görüştüğümde “Cemiyet-i Müderrisin” adı ile teşkil eylemiş
(kurmuş) olduğu cemiyete benim de dahil olmamı (katılmamı) teklif
etti.”
İŞGAL GÜNLERİ
Memleketin kara günleriydi...Payitahta (başkente) düşman çizmesi
girmiş, vatan toprakları yüzyıllar sonra yeni bir haçlı işgaline maruz
kalmıştı. Şairin dediği gibi “felek bi rahm (acımasız) , devran bir
sükun. Dert çok, derman yok, düşman kavi (kuvvetli) , talih zebundu
(acizdi) ”
İzmir’in işgali üzerine Teali-i İslam cemiyeti bir protesto
beyannamesi neşretti.
1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak
katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda
yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkanının katıldığı ilmi
sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrrer” ders
veren hocalara soru tevcih eden (yönelten) , ve kendisine soru
sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu
gelenek 1922 yılında son bulmuştu.
Bu sıralar Atıf hocanın Alemdar ve Mahfil’de yazıları yayınlandı. Bu
arada şunu da belirtelim; Alemdar Gazetesinde 11 Nisan 1920’de Mustafa
Kemal Paşa hakkındaki idam kararı yayınlanmıştı. Atıf Hocanın idamında
burada yazı yazmasının etkisi var mıdır, bilemiyoruz.
Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise hocanın idam
edilmesinde mühim bir amil (sebep) olmuştur. İstanbul hükümeti
Anadolu’daki Kuvva-i Milliye (milli kuvvetler) hareketine karşı halkın
teveccühünü (yönelişini) kırmak için bir fetva yayınlamış, ama Anadolu
ulemasının (alimlerinin) karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun
üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam
cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i
İslam cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf
Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de
mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın, o
zamanın Vakit gazetesinde Atıf Hoca tekzibname (yalanlama)
yayınladıysa da, Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza
göre, bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir amili
(sebebi) olarak zihinlerde kaldı. (Geniş bilgi için Tahir-ül
Mevlevi’nin hatıralarının 73 ila 81. sayfalarına bakılabilir.)
CUMHURİYET DÖNEMİ YAZILARI
Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme
(batılılaşma) illetine (hastalığına) tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer
Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem
münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun
Şark (doğu) ve Garb’da (batıda) yazılan eserlere vukufu (haberdar)
rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yalnız şunu da hatırlatalım ki, merhum
hocamız bazen muhataplarına çok sert bir üslup kullanmıştır. Mesela
meşhur İslam seyyahı ve alimi Abdürreşit İbrahim hakkındaki “Bir
Müçtehid Taslağının Dalalet Ve İdlali (sapkınlığı ve azgınlığı)” adlı
yazısında olduğu gibi…
O, Ehl-i sünnet vel cemaat düşüncesinin yılmaz bir müdafaacısı ve
kalesi idi. Tabii bu özelliği, onun İbn-i Teymiyye’den alıntılar
yapmasına engel teşkil etmiyordu. Ona göre güzel bir fikir kimden
gelirse gelsin alınır ve sahip çıkılırdı.
Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı
bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde
memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci)
mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da
vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı
bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar
hakkında şunları yazıyordu:
“Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar (düşmanlar)
tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar
neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler) ilmi
satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir.
Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi
İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına
çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü
küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.
Zamanımızdan ikinci zümreden olmak üzere bir takım müçtehid, istinbat
(Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle
anlamak.) melekesine malik imişler gibi içtihada yeltenmek ve hatta
bütün Ehl-i sünnetçe Allah katında umum (bütün) Ümmet-i Muhammed’den
efdaliyetleri (daha faziletli olmaları) müsellem (herkesçe kabul
edilmiş) olan şeyhayn hazeratına(Hz. Ebubekir ve Ömer) dil uzatmak,
dört imam gibi müçtehidin-i kiram (şerefli) ve fukaha-i izamı (Büyük
hukuk alimleri) hatalı bulmak ve tahkir etmek (aşağılamak) , esası
bütün müçtehidlerce kabul olunan dini meseleleri inkar etmek cüretinde
bulunan dalalet ve idlal erbabının Müslümanları zehirlemekte olduğu
maalesef görülmektedir. Nitekim bunlardan evvel birisinin de hakkında
nass varit olan (hakkında ayet ve hadis ile hüküm verilmiş) kurban
meselesinde içtihad hülyasında bulunduğu malumdur.”(Not: Hatırlanacağı
gibi günümüz Türkiye’sinde de sözüm ona bir profesör böyle bir iddiayı
önümüze sunmuştu; Tavuktan kurban olabilir diye…)
1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de
neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı
eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir
serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba
ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı
taklitçiliği- ve Şapka”dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin
idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan
verilmemiştir.
ESERLERİNDEN SEÇMELER
*** “Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler
hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ı
Hakkın Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin(sav) hadis-i şerifleriyle beyan
buyurdukları müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların
itikatlarında bozukluk yoktur.”
*** Osmanlı devletinin kuruluş sıralarında fevkalade durumlarda sancak
beyleri ve Ocak ağaları gibi milletin ileri gelenlerin görüşleri
sorulur ve ona göre hareket olunurdu. Sonraları, meşveret adı ile,
meclislerde işlerin müzakeresi yapılmaya başlandı. Fakat çoğunlukla
hükümetin satvetine mağlup olup, şeriatın tarifi şekliyle söz
hürriyeti ve azarlayanın azarlamasından sakınmamak esaslarına
dayanmadığından, hakkıyla fayda sağlanamadığı gibi, sultanların
istibdatlarını ve onların keyfi muamelelerini de kaldıramamıştır.”
*** “Zulüm üç kısımdır:
1-Allah Tealaya karşı icra olunur: Küfür(İnkar), Şirk, Nifak, İsyan
gibi…
2-Halka karşı icra edilir: Halkın canlarına, ırzlarına, mallarına ve
sair haklarına tecavüz gibi…
3-Kendi şahsına karşı yapılır: “bir şahsın, nefsi arzularına kapılarak
dünya ve ahirette nefsi için zararlı hal ve hareketlerde bulunması
gibi…
*** Tesettür-ü Şer’i gibi dini hükümler, esasen süfli medeniyeti ve
terakkiyat-ı sefihaneyi yıkmak ve men etmek üzere vaz olunduğundan
onunla içtimaı gayr-i kabil ise de, medeniyet-i fazıla ve hakiki
terakkilere hiçbir suretle mani teşkil etmez. Çünkü medeniyet-i fazıla
ulum, maarif, sanayi, ticaret ile hasıl olmuş olur. Halbuki tesettür-ü
şer’i buna mani değildir.”
***Atıf efendi Osmanlı medreselerinin gerileme sebeblerini bir
yazısında şöyle sıralıyor:
1- Osmanlılar zamanında, ilim tahsili hususunda Seyyid(Cürcani) ve
Sadeddin(Taftezani) mesleği, yani allamelik davasında bulunmak için
her ilmi, her fenni öğrenmek ve bilmek usulü takip olunup, daha
faydalı, daha semereli olan mütekaddimin ve eslaf mesleği yani ilmi
şubelerinde birinde ihtisas kesbetmek usulünün terk olunması…
2- İlmin kaynakları mesabesinde bulunan eslafın eserlerini terk ve
ihmal ederek müteahhirin ulemanın kısa ve muğlak kitaplarının
medreseler programında kabulü ile maksatlarını anlamak için şer,
haşiye, haşiyet’ül haşiye tedrisd olunarak talim ve terbiyede suubet(güçlük)
gösterilmesi
3-Ulum-u aliye(alet ilimleri denilen dilbilgisi dersleri) ve
ibarelerin lafızlarının tahlilleri ile lüzumundan fazla vakit
harcanıp, dini ilimler ve faydalı hakikatlere pek az iştigal olunması
ve ilimlerin göğüslerde değil, satırlarda muhafazasına çalışılması
4-İlmiye mensupları maişetçe darlığa düçar olup, ilmi şerefleri ile
gayr-i mütenasip ve mezelleti mucip bir çeşit maişete sevk olunmaları
ve bu vesile ile de talebelerin zekilerinin memuriyet ve makam
arkasından koşarak ilmi araştırmalarla meşgul olmaktan mahrum olmaları
5- İbn-i Kemal, Ebu Suud merhumlar ile bazı emsallerinden sonra
riyaset ve idare-i ilmiyeyi ihraz ile ilmiyenin mukaderratını tedvir
edenlerin ehliyetsiz ve ilmiye mesleğine ruh verecek kabiliyetten
mahrum olmalarıdır.”
***Ashab-ı Kiram hazretleri de rızkını talep konusunda son derece
gayret gösterip de kendi el emeklerini yemeye ehemmiyet verirlerdi. Bu
cümleden olarak Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam hazretleri
vefatında bin at, bin cariye geriye bırakmakla beraber, terk ettiği
malların kıymeti büyük bir yekun teşkil etmekteydi. Hz. Talha’nın
Irak’ta mevcut olan emlak akarından beher gün bin altın, başka yerdeki
mülklerden de pek çok irat hasıl olmaktaydı. Abdurrahman bin Afv
hazretleri de bin at, bin deve, on bin koyuna sahip olduğu halde
vefatlarında terekesinin dörtte biri 84.000 altına ulaşmıştı. Hz.
Osman da servet sahibi idi. Hatta vefatlarında bir milyon dirhem ve
bir milyonu mütecaviz dinar terk ettiği rivayet edilmektedir. Artık bu
kadar izahtan anlaşılıyor ki, zahid asla malı olmayan kimse değil,
belki bütün dünya malı kendisinin olsa bile, mal ile kalbi meşgul
olmayan kimsedir. İşte bunun için İmam-ı Ali(kv) hazretleri
buyurmuşlardır ki; “Bir kimse yeryüzünde bulunan bütün şeyleri alıp
onlarla Allah’ın rızasını murad ederse, Cenab-ı Haktan yüz çevirmiş
sayılmaz.”
FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA
Atıf hoca 1924 yılında Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını neşretti.
Yani Şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii,
diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif vekaletine (milli
eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf
efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın
caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz
bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin
aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine
sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa
eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi
sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.”
hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir
şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman
olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen)
memnûdur (yasaktır.)”
Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal:
“Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler:
"Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın.
Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle
bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."
Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki
rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa
hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve
cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i
şer'iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle)
yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”
Atıf efendi kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit
(eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu:
“Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan,
Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından
ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir
şey ilave etmedim.”
Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf efendi meselesinde iki
jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;
1-Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese
öğrencisiyken Atıf efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh
hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “filan
şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf efendinin
asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca
amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini
pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye camii imamı Hafız Osman
efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile
birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.
2-Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile
alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine
intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir
Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir
yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı
üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp,
hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki
makalesini maalesef-Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- "İmana
Tasallut" adıyla neşretmiştir.
Süleyman Nazif adı geçen yazısında tehevvürle ( Korkusuzlukla
düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına(islamın
ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller:
“Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben
bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa bin iki yüz
senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak
Peygamberim ve Allahımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden
beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp,
istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”
Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “dar düşünceli, cahil, Allah’ın
haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.
Atıf efendi bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir
paragrafı:“Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her
vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların
sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa
kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe
vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere bu
esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş)
olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir
sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun
mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri Hz. İsa’yı(as) tahkir ve
tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde
yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere
saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş
olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair
verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”
Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine,
imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun
vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem
dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük)
, yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis
ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni
Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin
ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması,
zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet
eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.
Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki
(tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve
müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne
dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”
Süleyman Nazif, İskilipli Mehmed Atıf hocanın şehadetinden tam bir yıl
sonra 4 Şubat 1927’de zatürreeden öldü...
ŞAPKA İNKİLAPI VE TEPKİLER
1 Kasım 1925’te kabul edilen Şapka kanunu Anadolu’da yer yer
protestolara sebeb olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar
verdi. Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde
halkın şapkaya direnmesi buralarda gezici İstiklal mahkemelerinin
dolaşmasına sebep oldu. Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam
hükmü verdi.
Bu arada Şapka olaylarında etkili olduğu gerekçesi ile Frenk
Mukallitliği ve Şapka kitabı toplatıldı ve müellifi (yazarı) hakkında
inceleme başlatıldı. Halbuki, müellif bu eseri Şapka kanunundan evvel
neşretmişti (yayınlamıştı). Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi
bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı ve bu bir güzel
çiğnenecekti Atıf Hocanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkumiyet
dakikaları artık gün sayıyordu...
TEVKİFİ
Ve nihayet beklenen oldu. 7 Aralık 1925’te tutuklandı. Ankara İstiklal
mahkemesi tarafından Giresun’a gönderildi. Buradaki mahkemede suçsuz
olduğu anlaşılıp beraatine karar verilmesine rağmen, İstanbul’a
getirildiğinde salınmadı. Çünkü asıl mesele Atıf hocanın suçlu olup
olmaması meselesi değildi. Suç olmasa bile icad edilecekti. Hani
kurdun kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” demesi hikayesi vardır ya...
Necip Fazıl’ın da dediği gibi artık onu mahkum edebilmek için “Halis
dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın” demekten başka çare yoktu.
İstanbul’a getirildiği zaman bitkin ve zayıflamış bir haldeydi. Tahir-ül
Mevlevi anlatıyor: “Akşama doğru Atıf ve Nuruosmaniye imamı Hafız
Osman efendilerin getirildiklerini ve müdüriyet dairesine
götürüldüklerini yine pencereden gördük. Her ikisinde de yol hali
olmak üzere yorgunluk ve zayıflık vardı.”
Maznunlar (sanıklar) tekrar yargılanmak üzere trenle Ankara’ya
götürüldüler. Ankara’da hapishaneye sevk edilirken yanında bulunan
Tahir-ül Mevlevi ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Atıf efendi
ile aynı otomobile tesadüf etmiştik. “Geçmiş olsun” dedim. “Evet,
kefeni yırttık. Bereket versin ki, Muharrem(Giresun’da Şapka
olaylarının elebaşı olduğu iddiası ile asılan şahıs) ile
tanışmıyordum” cevabını verdi.
İSTİKLAL MAHKEMELERİ
İstiklal mahkemeleri yargılamaları bana Karakuşi mahkeme fıkrasını
hatırlatır: “Bir hırsız Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girdiği
evin sahibini şikâyet eder: “Kadı Efendi, evin penceresi çürükmüş;
kaçarken düştüm ve kolum kırıldı” der. Ev sahibi, “pencereyi ben
yapmadım, marangoz yaptı” diyerek, işin içinden sıyrılır. Marangoz,
“pencereyi takarken, gözüme falanca kadının elbisesi ilişmişti” der.
Kadın, elbiseyi boyayanı suçlar. Boyacı herhangi bir mazeret
bulamayınca, Karakuş boyacının idamına karar verir. Ne var ki,
boyacının boyu idam sehpasından uzun olduğu için yerine daha kısa
boylu bir boyacı bulunur ve hüküm infaz edilir.”
Sadece şu husus bile İstiklal mahkemelerinin yargılamasının ne kadar
gülünç olduğuna yeter; Ankara İstiklal mahkemesi azalarından sadece
Rize mebusu Ali bey ile, savcı Necip Ali bey hukuk öğrenimi görmüştü.
Reis Kel Ali(Çetinkaya) ve diğer azalar Kılıç Ali ile Reşid Galip
beyler asker kökenli idiler.
Zaten bunun çok da önemi yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Milli
Mücadele Anıları” adlı eserindeki İstiklal mahkemeleri hakkındaki şu
ifadesi çok şeyi açıklıyor: "Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her
biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer
diktatördü.”
Uğur Mumcu bu durumu sanki meşru gösterme gayreti içindedir: “Devrim
bir şiddet olayıdır! Devrim, şiddet ile gelir…her devrim idam
sehpalarıyla, giyotinlerle ile başlar; sonra evrim sürecine dönüşüp
barışçı yöntemlerle gelişir. Hangi devrim kansız yapılmıştır? Hangi
devrim toplumsal gerilimler yaşatmamıştır? Ve hangi devrim Cavit beyin
haksız yere asılması gibi adaletsizliklere ve haksızlıklara yol
açmamıştır?”
İstiklal mahkemeleri zabıtlarını incelediğimizde mahkemelerin hiç de
Prof. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında anlattığı
gibi pembe bir çizgide olmadığı görünecektir. Misal olarak, mahkeme
heyetinin maznunlara hitap tarzına birkaç numune verelim:
“...İnkar filan edeyim deme! Temyizsiz (Yargıtaysız) , istinafsız (üst
mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan
söylersen okkanın altına gidersin.”
“Hocam ruhun karanlık.”
“Anlaşılıyor ki, İstiklal mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet
lazım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan
sonra hemen hükmü vermeli.”
Mehmed Akif’in damadı aslen Mısır’lı Ömer Rıza Doğrul’a: “Ne olursan
ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok.
Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta
oturmasını istemiyoruz.”
“Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız
bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer,
içersiniz. Niye yok Gürcüyüm, Çerkezim bilmem neyim dersiniz?”
İşte mahkemeyi yürüten heyetin fikir seviyesi... Bize şairin dediği
gibi şöyle dua etmekten başka bir şey kalmıyor: “Kalmasın Allahım
dünyada bir hakikat nihan (gizli - sır).”
MAHKEME SAFAHATI (safhaları)
Atıf efendi mahkemenin beraat vereceğinden ümitlidir. Zira bir suç
bulunamamaktadır. Mahkemeye getirildikleri bir gün kendisiyle
görüşebilen dostu Tahir ül Mevlevi bu durumu şöyle anlatmaktadır.
“Burada Atıf efendi ile bir parça konuşabildim. Teali-i İslam
Cemiyetinin Anadolu’ya hiçbir beyanname göndermemiş olduğuna dair
Vakit gazete ile yapılan ilanın para kesesinde gizlediği maktuasını
(makbuzunu) mahkemeye gösterdiğini, beyanname cürmünden (suçundan)
cemiyetin beri (uzak) olduğuna dair olduğuna dair heyete kanaat
geldiğini, şapka risalesini kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel
tab’ettirmiş (yayınlattırmış9 olduğunu, ikinci defa basılmak şöyle
dursun, ilk tabının tamamıyla satılmadığını ispat eylediğini haber
verdi.
-Sonunu nasıl görüyorsun? diye sordum.
-“Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabii beraat umuyorum” dedi.
Birkaç gün münferit (hücre) koğuşuna konulmuşken oradan çıkarılıp 8.
koğuşa getirilmiş olmasını da beraatine delil saydığını söyledi.
-Benim için ne düşünüyorsun? dedim.
-Ben Şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı
sarihin (kurtarıcı) bilmelisin” cevabını verdi.
-İnşallah öyle olur mukabelesinde bulundum.
Hoca hakikaten kurtulacağımıza ümid veriyor, bizim mahkemeye
verilişimizin vehimden ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul
polis idaresinin körüklediğine kani bulunuyordu.”
Hocaefendi’nin bu ümidi maalesef doğru değildi. Mahkeme bir suç
bulabilmek için adeta yırtınıyordu. İşte mahkemeden bir sahne:
Atıf Hoca: “Belgeyi arz ediyorum.Vakit gazetesinin 1034. nüshasında
tekzibnamem (tekzip - yalanlama) duruyor. Şimdi bu durup dururken,
bendenize vesika (evrak) sormak bilmem nasıl olur?
-Sen bu tekzipnameyi (ancak bir gizli maksat için yaparsın.
-Ne maksadı beyefendi?
-Çünkü gördünüz ki, bunlar Yunan tayyareleriyle (uçak) atıldı ve aksi
tesir yaptı. Anadolu halkı Milli mücadeleye daha fazla destek
vermiştir. Siz de bu kötü durumdan kurtulmak için bunu yaptınız.
-Eğer öyle olsa idi, onlarla beraber olurdum, cemiyete devam ederdim.
Halbuki devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer bu düşünceniz akla
gelebilirdi.
-Sus! Bizi çileden çıkarma! Hürriyet ve İtilaftan ve Mustafa Sabri’den
destek alarak bu cemiyeti kurduğun buradan belli oluyor. Sen hala
onlardan ayrıyım diyorsun. Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere
inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın.”
Mahkeme Hocaefendi karşısında aciz kalmış bu da onları iyice
asabileştirmiştir. İşte bir başka numune:
Atıf Hoca: Beyefendi bendeniz zat-ı âlinize (size) resmi belge sundum
ve Ferid Paşa hükümetini karşı kalemimle mücadele ettiğimi açıkça
ispat ettim.
-Ne ile ispat ettin? Sıkılmıyor musun, bunu nasıl söylüyorsun? Biz
senin söylediğin sözlere inandık mı? İnanmak mecburiyetinde miyiz?
Atıf Hoca: -Vakit gazetesinin 1134. nüshasında ki tekzibi kim yazdı?
-Ben de sana cevap verdim, bunu din perdesi altında kötülüklerinize
daha fazla devam etmek için yaptınız.
-Beyefendi ben deli olmalıyım ki, kendi yaptığım işleri kendim
yalanlayayım.
-Cemiyet namına rol yapıyorsunuz. Sana sorarım. Tüzüğünüzde vatan
müdafaasına, mücadeleye dair ufak bir madde, bir fıkra göster.
-Beyefendi bu bir hayır cemiyetidir.
-Sus, sus bir parça utan. Saçın, sakalın ağarmış utanmak nedir zerre
kadar bilmiyorsun”
Mahkemeye dair bazı hatıralar da şöyle; O sıralar adi bir suçtan
Ankara İstiklal mahkemesine verilen bir zat bir mahkeme arasında şahit
olduğu manzarayı şöyle anlatıyor: “Atıf hocayı getirdiler. Kılıç Ali,
Kel Ali ve Necip Ali ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf
Hocaya: “Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver” dediler. Fakat
Atıf hoca: “Hayır” dedi.
Bolu’lu Nizamettin Saraç bey anlatıyor: “Zannedersem 1926 veya 27
seneleriydi. O sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç
olmama rağmen İstiklal mahkemelerini takip için verilen vesikalardan
birini elde etmiştim. ununla imkan buldukça celseleri (duruşmaları)
takip ediyordum. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hocanın muhakemesinde
de bulundum. Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali
Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka
aleyhinde bulunmuşsun!” dedi.
Hoca sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla: “Evet efendim. Şapka
kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi)
olmadığına dair bir risale yazmıştım.”dedi. Kel Ali: “Şimdi ne
yapıyorsun?” diye sordu. Hoca: “Kanunlara itaat ediyorum” cevabını
verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: “Sen bilmiyor musun
ki şapka da bezdir, fes de bezdir” deyince hoca sükunetle: “Evet
biliyorum, ancak hey’et-i hakimin (hakim heyetinin) arkasındaki bayrak
da bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı
asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun
?”diye bağırdı. Hoca:“Şapka bir alamettir, adet ile alamet arasındaki
farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil
olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına
ertelendi.”
Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip
Ali bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği
Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi 10 senelik
sürgün(kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Normalde
mahkemelerdeki bir anane olarak, hakimler savcının isteğinden fazla
ceza vermezler, ya aynını yada daha azını verirlerdi. Burada da durum
öyle olacağını gösteriyordu. Ama bu hüküm ertesi gün ne hikmetse, Atıf
efendi hakkında değiştirilecekti.
Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne
tehir olundu (ertelendi) .
ATIF HOCA’NIN RÜYASI
Bu meseleyi yazmak bana en zor gelen kısmı oldu bu çalışmanın. Zira,
senelerdir insanların kabul ettikleri bir meselenin aksini savunmak
kolay bir şey değil...İnsanlar ve özelde bizim halkımız sevdikleri
kimseleri oldukları gibi sevemiyorlar nedense. Hele o zat bir kanaat
önderi, bir irşad eri, bir yol göstericiyse...Hayali bir takım
makamlar, usturevi hadiseler, rüyalar ile o şahsı sevmek daha cazip
geliyor bize...
Türkiye’de bir çok konuda olduğu gibi, İskilipli Atıf hocayı da ilk
defa maşeri vicdanda (kamuoyu) seslendiren o enfes üslubuyla merhum
Necip Fazıl oldu. Çoğumuz Atıf hocayı onun “Son Devrin Din Mazlumları”
adlı eserinden tanıdı. Kendisine bir kere daha Rahmet diliyoruz.
Tabii, Üstad zaman ve şartlar gereği bir çok mesele de olduğu gibi bu
konuda da derin araştırma imkanını bulamadı. Daha çok kulaktan
duydukları ile yetindi. Bu kitabını eleştirel bir gözle takip edenler
bana hak vereceklerdir. Bir küçük misal vermek gerekirse; Din
Mazlumlarında, Atıf Hocanın 1926 yılının bir sonbaharında evinden
alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf efendinin idamı zaten 4 Şubat
1926’dır.
Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise de, Atıf efendi’nin mahkemeden
bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında
Resulullah’ı(SAV) görmesi, Kainatın Fahrinin(ASM)(Alemin övüncü) :
“Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?”
buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir. Necip
Fazıl bunu parlak ifadelerle kitabında anlatmış, çoğumuzda bunu
gözyaşları içersinde okumuşuzdur.
Elbette böyle bir rüyayı Atıf Hocanın görmüş olması çok güzeldir. Ama
görmemiş olsa da bir şey fark etmez. Biz, onun, ağuşunu (kucağını)
açıp kendisini bekleyen Peygamberimize kavuştuğuna, mazlumen şehid
olduğuna yürekten inanıyoruz. Ama tarihi gerçekler böyle bir rüya
hadisesinin olmadığına bizi itiyor gibi. Şimdi delillerimizi
sıralayalım;
1-Bu hadisede Atıf efendinin yanında olduğu iddia edilen Tahir-ül
Mevlevi Ankara’da hiçbir zaman Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaşmadı.
2-Atıf efendinin böyle bir rüya gördüğüne dair Tahir-ül Mevlevi’nin
hatıratında hiçbir şey yok.
3-Tahir-ül Mevlevi’nin de belirttiği gibi, Atıf efendi uzunca bir
müdafaa yazmış ve bu, mahkemede okunmuştur. Aşağıdaki kısımda bunu
görebileceksiniz. Aslında son gün müdafaa yapmayan müftü Ali Rıza
efendidir. (ayrıca bak: Ankara İstiklal mahkemesi Zabıtları-s:
280-281)
Tabii bir çok kaynakta bu rüya meselesinin anlatılması, hatta filimde
yer alması da çok bir şey ifade etmiyor. Zira hepsinin kaynağı Necip
Fazıl’ın aynı eseridir.
MAHKEMENİN SON GÜNÜ
Tahir-ül Mevlevi Atıf Hocanın mahkemede son gününü şöyle anlatıyordu:
“Atıf efendi metin görünüyordu. Suud beyin söylediğine göre gece
sabaha kadar oturmuş, 8-10 tane eser-i cedid ( Eskiden imâl edilen
kâğıt cinslerinden birinin adı) kağıdını doldurmak suretiyle bir
müdafaanâme (savunma) yazmıştı. Yazılmışını görmediğim ve mealini
(anlamını) öğrenemediğim o müdafaanâmenin kıraati (okunması) epeyce
uzun sürmüştü ki, o mahkemede okunurken biz merdiven altında bekliyor,
mahpesimizin (hapsedilen yer) kapısı kapalı olduğu için de okunan şeyi
işitemiyorduk. Ali Rıza efendi müdafaanâme yazmamış, verilecek hükme
razı olduğunu söylemiş. Atıf efendi müdafaanâmesini bizzat okumuş ve
hitamında (bitişinde) Reis beye tevdi etmiş (vermişti) .”
Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne
olan tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir
müderris göze çarpıyordu. Müderrisin Başında fes ve sarık vardı.
Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa
muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca
mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu.
Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları
kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi
hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor,
çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya
yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler
üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü.
Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene
dudakları kımıldıyordu.”
ŞEHADETİ
4 Şubat 1926 Perşembe ... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası
yakınlarındaki Karaoğlan çarşısı...Metin bir şekilde, dilinde dualarla
idam sehpasına gelen Atıf efendi kelime-i şehadetle bu dünya
defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair”( bütün sırların
açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel
bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet
eylesin. (Amin) ..
Ali Tahmilci bey, Hocaefendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan
Tahmilci beyin anlattıklarını şöyle naklediyor:
“Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey belli olmuştur.
Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası
gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük
çekermiş. Derken, sıra merhuma gelmiş. “İskilipli Mehmed Atıf” diye
bağırmış bir görevli. Hoca metin ve mütevekkil... Ağır adımlarla,
vakar içinde, dualar mırıldanarak yürümüş sehpaya.”
O gece hanımının gördüğü rüya şöyledir: “Bahçemizde kızı ile birlikte
dikmiş olduğu çam ağacının dibinde hoca abdest almakla meşguldü. Kızı
Melahat ona su döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca bize;
“Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun”
diyordu…
Nuri Saraç bey Atıf efendinin mübarek nâşını idamının ertesi günü
görenlerden: “Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği
günün ertesi günü onu asılmış vaziyette eski Meclis’in avlusunda, iri
yarı gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında
sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl
pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi
sallanıyordu.”
Onu İdam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül
Mevlevi’dir. Mahkemeden beraat alan Tahir bey o gün Ankara’da kaldığı
otelde geceyi üzüntü ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı
çıktığında eski Meclis binasının önüne gelince ciğer parçalayan
manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi kaleminden takip edelim:
“Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı.
Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş,
onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri
diğer tarafa müteveccih olan (yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf
efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve hala görünen metin vaziyetinden
anlaşılıyor, o refi (yüksek) vaziyetiyle merhum hayatındaki halinden
yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan) gözlerimden yaşlar
akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu
kaside beyti) olan:
“Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat Le-hakkun ente ikdü’l mucizat”
(Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden
birisin) beyti döküldü.”
Cevdet Soydanses bey de şunları ifade etmekte; “Atıf hocaya
İttihatçılar da düşmandı. Sanırım idamında İttihatçıların bu eski
kininin rolü de olmuştur. İdam edileceği sırada başında sarığı varmış.
Kılıç Ali de orada...Kılıç Ali ağır bir söz sarf etmiş ve “Alın şu
herifin başından sarığı” demiş. “Son sözün ne?” diye sorduklarında,
sadece “kelime-i şehadet” getirmiş... Atıf hocayı astıklarında
kimsenin sesi çıkmadı. Diyanet işlerinde çok yakın arkadaşları vardı.
Onlar da sustu. Kimse konuşamadı.”
Nasıl konuşacaklardı ki?...Bu ölümü göze alabilmek demekti. Ama o
günden beri müminlerin vicdanında bir sızı olarak kaldı Atıf efendi.
Onu her anışımızda içimiz burkuldu, gözlerimiz doldu...Ona bu
muameleyi reva görenleri Rabbimize havale ettik...
A.Hamdi Ertekin bey anlatıyor: “Ömer Yüce’nin merhum babası, Atıf
hocanın yanında okumuştu. Bir gün Ömer efendiye babasının Atıf hocanın
idamıyla ilgili kendisine anlattığı bir şeylerin olup olmadığını
sorduğumda şu cevabı vermişti: “O konu açıldığı zaman babamı bir
ağlama tutar ve konuşamazdı.”
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur da
1.06.2003’te kendisini ziyaretimizde şu hatırayı anlatmıştı: “Büyük
Doğu’ da neşredilen, İskilipli Atıf hoca’ nın başına gelenleri anlatan
yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım, Üstad gözlerini siliyordu.”
Son olarak Atıf efendinin ders arkadaşı Şeyh Ali Haydar efendinin bir
sözünü nakledelim. Emin Saraç Hoca şöyle diyor: "Ali Haydar efendi
Atıf efendi ile birlikte 6 ay Ankara'da hapiste kalmış. Ne sıkıntılar
çekildiğini anlatır, bir taraftan da elini dizine vurarak; "Atıf
efendi kardeşimiz kazandı" derdi.
Bu arada bir şeyi de hatırlatalım; Mahkeme zabıtlarını okuduğumuzda,
bazı kimselerin, Atıf hocadan beri olduklarını, tasvip etmediklerini
“Bu adam bütün tarikatlara karşıdır, ben ise Halidi tarikatındanım”
demeleri gibi ifadelerini okuyup, o zatlar hakkında suizanna
düşmeyelim... O şartları göz önüne getirelim... Hocaefendinin en yakın
arkadaşlarından Tahir-ül Mevlevi bile, beraatı sonrası Kılıç Ali beyle
görüştüğünde, Ali beyin;
-Tahir Bey! Atıf Hocanın idamı hakkında ne dersin? demesi üzerine
-Ne diyeyim efendim. Cürmü varmış ki, cezasını gördü” deme zorunda
kalmıştır.
İDAM SONRASI AİLESİ
Acaba Hocaefendinin şehadetinden sonra ailesi ne oldu? Atıf Efendinin
yeğenlerinden Bahaddin İmal bey bu konuda şunları anlatıyor: “Tarihini
pek hatırlamıyorum. Hatırımda kaldığı kadarıyla, Zahide hanımla,(eşi)
Melahat hala(kızı) dayımın idamından sonra İstanbul’dan
buraya(İskilip) geldiler. Köyde az bir müddet kaldılar. Burada
kaldıkları müddet zarfında Zahide hanım köydeki hanımlara Kur’an
okuttu. Yanlarında Zahide hanımın kız kardeşinin oğlu da vardı, Semih
adında. Köydeki şartlara intibak edemediklerinden tekrar İstanbul’a
döndüler. İstanbul’da ne kadar kaldıklarını tam bilemiyorum. Fakat
1960’lara doğru tekrar köye döndüler. Zahide hanım bu gelişlerinde
“Kızım, ben bir daha İstanbul’a dönemeyeceğim. Kendin için ise
kararını kendin ver” demiş.
“Kelebekler Sonsuza Uçar” adlı filmde de gördüğümüz gibi, Melahat
hanım da İskilip’te kalmış. 1989-90’larda 75-80 yaşlarında olan
Melahat hanım, babasının bir gece karanlık ruhlu adamlar tarafından
evinden götürülmesi ile akli dengesinde hep gelgitler yaşamış. “Bu
halim doğuştan değil. Polislerin babamı gözlerimin önünde evden alıp
götürmeleri bende büyük bir korku meydana getirdi. Onu bir daha hiç
görememem ise, beni yalnızlığa mahkum etti. Bu hal yaşadıklarımın
eseri” demiş Bahaddin İmal beye...
Araştırmacı-yazar Hüseyin Yılmaz bey bütün ısrarlarına rağmen
görüşememiş bu dertli hanımla. “Babam ölmedi, yaşıyor, gidin kendisi
ile görüşün” diyormuş Melahat hanım...İnşallah şimdi, dünyada
tadamadıkları rahatı yaşıyorlardır Atıf hoca ve ailesi...
Atıf hocaya uygulanan zulüm akrabalarına da teşmil edilmiştir
(yaygınlaştırılmış) . Eskişehir’de Üstad Bediüzzaman hazretlerini
evinde misafir eden ve el’an (şimdi) hayatta olan bir zat, bir
sohbetimizde 1950’li yıllarda Eskişehir’de İskilipli Atıf efendinin
bir yakını ile tanıştığını anlatmıştı. Abdülmecit efendi isimli bu
zatın tırnaklarının hiçbiri yokmuş. Sebebi mi?... Atıf Hoca hakkındaki
soruşturma sırasında kaybetmiş hepsini...
MEZARI NEREDE?
Bu meselede maalesef dramın bir başka parçası...Eskiden beri Atıf
hocanın mezarı nerededir diye düşünürdüm. Meğer belli değilmiş...
Emekli astsubay Hasan Sureykan şunları söylüyor bu konuda: “Merhumun
mezarını araştıracak oldum. Fakat bulmak ne mümkün? Dikimevinden
Mamak’a giderken yaklaşık bir kilometre ilerde, sağ tarafta askeri bir
mezarlık var. Bu mezarlığın karşısında şimdi bir park var, bir
zamanlar mezarlıktı. Merhum Atıf Hocanın mezarı da bu mezarlıkta idi.
Buradaki kabirler 1954 senesinde yakınları tarafından Gülveren’de
yapılan Asri mezarlığa nakledilmişler. Atıf hocanın yakınları sahip
çıkmamışlar. Bu durumda mezarın bu parkta kaldığını ve park
çalışmalarıyla ortadan kalktığını sanıyorum.”
Tesellimiz Hz. Mevlana’nın şu sözlerindedir:
“Biz öldükten sonra kabrimizi arama. Bizim mezarımız Ariflerin
gönüllerindedir.”
ESERLERİ
1-Mirat-ül İslam
2-İslam Yolu
3-İslam Çığırı
4-Din-i İslam’da Men-i Müskirat
5- Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyye
6-Tesettür-ü Şer’i
7-Muayenet üt Talebe
8- Medeniyyet-i Şeriyye
9- Frenk Mukallitliği ve Şapka
-KAYNAKLAR-
1- Son Devrin Osmanlı uleması- Cilt:3- Sadık Albayrak- Milli Gazete
yayınları- İst-1980
2- İslam Ansiklopedisi- Cilt-22- İfav yayınları
3- İnkılap Kurbanları- Hüseyin Yılmaz- Timaş yayınları- İst-1991
4-Türk Basınında Mustafa Kemal Atatürk- Gazeteciler Cemiyeti
yayınları-İst:1981
5-Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-Cilt:2- İsmail Kara- Risale
yayınları- İst:1986
6-Sahabeden Günümüze Allah Dostları-10. cilt- Şule yayınları-
7-http:// www.patara.kolayweb.com
8- http://www.ulumulhikmekoeln.de/iskilipatif.htm
9-Son Devrin Din Mazlumları- Necip Fazıl Kısakürek- Büyük Doğu
yayınları-İst-2000
10- Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları(1926)- Hazırlayan: Ahmed
Nedim- İşaretyayınları- İst:1993
11-Matbuat Alemindeki Hayatım Ve İstiklal Mahkemeleri-Tahir-ül
Mevlevi-Nehir yayınları- İst-1991
12- Altınoluk Dergisi- Nisan 1988-Sayı:26 (Emin Saraç’la Röportaj)
13- Fasıldan Fasıla-1-M. Fethullah Gülen- Nil yayınları
14- Şualar- Bediüzzaman Said Nursi-(12. Şua)- Envar Neşriyat- İst:1995
15-Gazi Paşa’ya Suikast- Uğur Mumcu-Tekin Yayınevi-İst-1993
16-İ.Atıf Hoca Niçin İdam edildi?-Alem yayıncılık-
17- Yakın Tarih ansiklopedisi-5. cilt-Akit Gazetesi neşriyatı
http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_iatifhoca.htm
Ali İhsan ER - Salih Okur
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ K.S.
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ K.S.HAYATI
ALİ HAYDAR EFENDİ K.S. HAYATI
ALİ HAYDAR EFENDİ 'İDAM
KARARI'
|