www.hayrat.net

 

Bu sayfadaki Fıkraların Tamamı Eğitimci Haşim Albayrak'ın yazdığı ve çeşitli eserlerinde yayınlanmış fıkralarıdır hasimalbayrak@hotmail.com


YARIŞMA

 

10 yaşındaki Hayrat Ancibronozlu Bayram Ali’ye komşusu Fadime Hala sorar:

-          Ola uşağum, bugün Zeki hiç görünmüyor, nerdedir, hasta falan mıdır?

-          Hee hastadur. Yatayy.

-          Vah vah yavrum. Nesi vardır?

-          Pencerenin önünde hangimiz daha fazla eğilebiliriz diye yarıştık o kazandı.

Ahmet ile Hamza Divran’dan Ancibranoz’a gidecekler. (İki yabancı isim de Hayrat köylerinden Yeniköy ve Geçitli köylerinin eski isimleridir.) Hava kararmıştır. Akşam karanlığında köprüyü geçerler. Köye girerken ki ıssız alanda karşıdan sarhoş olarak gelen Ramus’un Mustafa’yı görünce hemen büyük kayanın arkasına saklanırlar. Fakat Mustafa hışırtı duyar. Sarhoş sarhoş:

-    Heyy kim var orada, diye bağırır.

         On yaşlarında olan Hamza kedi gibi miyavlar. Mustafa’da geri dönüp yürür. O arada Ahmet’te ayağının altındaki taşın kaymasıyla ses çıkarır. Taşların sesini duyan Mustafa geri döner:

-          Ola kim var dedim orda daa! Deyince 8 yaşındaki Ahmet

-          Öbi (öbür) kedi var, der. Mustafa’da

-          Haa oylemi? (öyle mi?) der ve uzaklaşır.

 

KENEFİN YERİ

         Bizim Erdoğan Taşkıran, Millet Caddesinde tam Çapa’daki hastanelerin önünden belini tutmuş iki büklüm yürüyordu. Gözleri fıldır fıldır etrafa bakınıyordu. Yardım ister gibi hali vardı. O sırada bir doktor gelip:

-          Efendim herhalde böbrek sancılarınız tuttu. Ben doktorum. Yardımcı olayım, deyince Erdoğan:

-          Toktor, toktor illa yardımcı olmak istiysen bağa kenefun yerini söyle.

 

BARDAKLAR

 

Oflu Fahrettin Abdik, fıçı bira satan yerde bira içer, hesabı öderken kasiyere sorar:

-          Ola, bir günde kaç fıçı bira satayisun?

-          Sağa bir yol diyeyim de o zaman yedi fıçı bira satarsınız ha.

Can kulağıyla dinleyen kasiyer heyecanla.

-          Nedir, efendim? Diye sorar. Fahrettin’de:

-          Oleysa  (öyleyse) hapu bardakları tam doldurun dakalum yedi fıçı satmıyor musunuz?

 

YA ÖĞLEDEN EVVEL

Maçkalı İrfan Aydın iş görüşmesi için Mehmet’e söyler:

-          Ola yarın, Maçkalıların Yavuzselim’deki kahvesinde buluşalım.

-          İyi da saat kaçta olsun?

-          Ya öğleden evvel, ya da öğleden sonra.

 

MOTORSİKLETLİ POLİSLER

Hayratlı Bayram Ali ile amcasının oğlu Hamza Hayrat’tan Trabzon’a maça gelmişler. Maç öncesinde havadan bir uçak geçiyormuş. Hamza, biraz da Bayram Ali’den çok okumuş olmanın verdiği havayla:

-          Ula pak habu uçakta mutlaka önemli piri vardur. Maça geluyler, herhal.

-          Nah vardur. Eğer öle bişe olsaydi uçağun öninden motorsikletli polisler geçerdi.

 

KAHVELERİ DEĞİŞTİRMEK

         İki arkadaş Trabzon’da eksi vilayet binası karşısındaki Tonyalıların kahvesine giderler. İki kahve söylerler. Kahvelerin biri şekerli, diğeri şekersiz olacaktır. Garson Celal kahveleri getirir. Biri bir yudum alır.

-          Ovv ula bu şekersizdir. Ben şekerli demiştim, der. Öbürü de bir yudum alır.

-          Ovv ula  habu da şekerlidir. Bende şekersizdir demiştim, deyip Celal’e bakarak yerlerini değiştirirler. Celal şaşkın şaşkın:

-          Ula yerlerinizi değiştirmeye ne lüzum vardı. Kahvelerinizi değiştirseydiniz ya, der. Öbürleri birbirlerinin yüzüne bakarlar. Biri:

-          Ula habu Celal haklıdır. Biz kahvelerimizi değiştirecektik, der. Öbürü de:

-          Sahiden de öyle. Haydi kalk yandaki Maçkalıların kahvesine gidelim.

 

ONBEŞ GÜNLÜK BALIK

         Bizim Maçkalı İrfan İstanbul’da Aksaray’dan balıkçı önünden geçerken balık almak ister. Tezgâhın önüne dikilir. Gözüne kestirdiği bir balığa bakmaya başlar. Balıkçı:

-          Abi, çok taze balık, doğrayayım mı?

-          Hele bir dur bakalım, ne diyor?

Balıkçı şaşırır. İrfan’ın söylediğinden bir şey anlamaz.

-          Ne oldu abi?

-          Hiç, on gün önce düşen ayakkabımın tekini sordum oğa (Ona).

-          O ne dedi?

-          Birşey demedi. Onbeş gün önce denizden çıkmışta görmemiş.

 

ÇEKİL

         Eski başbakanlardan Trabzonlu Hasan SAKA’nın başbakanlığını beğenmeyen hemşerileri ona:

-          “Hasan Saka, Başbakan Ankara, ÇEKİL” diye telgraf çekerler. Oda karşıtı telgrafında şöyle der.

-          Sayın hemşerilerim çekildim. 85 kg. geliyorum. Başka emirleriniz varsa yazın.

 

AVCI

         Eski avcılardan rahmetli Oflu Paşa vardı. Bol dinleyicinin olduğu bir toplulukta kasıla kasıla anlatmaya başladı.

-          Ula keçen gün bir kuş sürüsü gördüm. Keklik mi nedir? Onlara çevirdim namluyu, başladım atmaya. Atıyorum düşüyor, atıyorum düşüyor, Atıyorum hep düşüyor.

-          Ola Paşa, hiç uçmuyor mu bu kuşlar?

-          Uçuyorlar.

-          Uçuyorlar da nasıl yetiştiriyorsun? Tüfeğine kurşun doldurmuyor musun?

-          Ula ne diyorsun yavu? O karışıklıkta adamın aklına kurşun mi gelir?

 

KULAĞIM

 

Tonyalı Terzi Ali Bey, Adapazarı Akyazı’da terzi dükkânı açmıştı. Dükkânda yeni diktiği pantolonun ütüsünü yapıyordu ki telefonun zili çaldı.

Temel önce “alo” der. Sonra da:

-          Uyyy, kulağım, kulağım yanay, diye bağırır.

 

BÖLMEK

         Eski tanıdığı avukatla yolda karşılaşan İdris avukata:

-          Ola Kolenoğlu, iyi oldu seni gördüğüm. Havu adresini söyle da pi geleyim sağa. İşim var senle.

-          İSKİ karşısı Süleymanoğlu Han No:45 bölü 5

-          Ula ne 45 bölü beş. Ona desene dokuzdur. Güya hava atıyorsun. Düşünüyorsun 45’i beşe bölemeyeceğim, öyle mi?

İYİ BİR ŞEY OLSAYDI

         Otakçılar Lisesinde 1987 yılında Öğretmeni Murat Hikmet Bilgin’in Muhteşem Süleyman adlı sopasından dayak yiyen Yılmaz ÖZDEMİR, akşam hocasını amcasına şikâyet eder. Amcası “Yavrum, dayak cennetten çıkmadır.” Der. Yılmaz bu. Durur mu? Hemen lafı yapıştırır.

-          Zaten iyi bir şey olsaydı cennetten çıkmazdı.

 

ÜÇ ZAMAN

 

         Çaykaralı Yılmaz ÖZDEMİR’e öğretmen sorar:

-          Yılmaz, söyle bakalım. Türkçe’de kaç zaman var?

Dersine çalışmamış olan Yılmaz, düşünür, düşünür birden aklına gelir.

-          Hah puldum. Üç zaman var. Sabah, öğle, akşam.

 

 

ÇİZDİĞİM YOL

 

         Oflu Raşit Karaarslan 1985 lerde Akyazı’dan gelip Trabzon’da  karayollarında işçi olarak girmişti. Yapacağı ilk iş yol şeridi çizmekmiş. İlk gün 800 metre yol çizmiş, ikinci gün 400 metre yol çizmiş, üçüncü gün 200, dördüncü gün 100 metre.

         Raşit’in veriminin gittikçe düşmesi üzerine onu işe alan mühendis Dursunali, Raşit’i yanına çağırır:

-          Raşit ilk gün ne güzel çalışıyordun. Neden verimi gün geçtikçe düşürdün?

-          Ne yapayım yani, çizdiğim yol her gün kovadan uzaklaşıyor. 

ACEMİ ŞOFÖR

         Acemi şoför Hayratlı Erdoğan, Woswageni’ni sürerken birden ses duyar. Yanındaki kardeşi Servet “motor düştü galiba” der. Erdoğan’da arabayı durdurup önündeki kapağı açar ve “Hakikaten düşmüş. Burada motor falan hiçbir şey kalmamış” der.

 

ŞİŞMANLAMA KİTABI

         Şişman kadın Beyazıt Sahaflardaki kitapçı Hayratlı Adil Sarmusak’tan “ zayıflamak istiyorum. Bana bununla ilgili bir kitap verir misin? Der. Yusuf zayıflamakla ilgili kitap bulamaz. “ Nasıl şişmanlarsınız?” diye bir kitap bulur. Kadına onu verir. Kadın kızar:

-          Ben zayıflamak istiyorum, sen alay mı ediyorsun, deyince, Sahafların son şeyhi koskoca Adil amca bozulur ve;

-          Ne münasebet, habu kitaptakilerin tersini yap sende, der.

 

AMATÖR HALUTÇU

         Bir zamanlar meşhur Gülcemal gemisi vardı. Bu gemi ile Trabzon’dan İstanbul’a gitmekte olan Servet’in yanında bir tane Bayburtlu bir tane Erzurumlu oturmaktadır. Bir ara Servet, o zamanların dekolte resimli gazetelerinden Okey gazetesi okuyordu. Gazeteyi iki eliyle tutarken karşısındaki Erzurumlu, gazetenin arka tarafındaki o günlerin ünlü mankenlerinden birinin dekolte resmini görünce resme oturduğu yerden balgam fırlatır. Servet şaşırarak:

 

-          Ula ne ettun? Deyince, O da:

-          Ben profesyonel halutçuyum. (Bilirsiniz bizim yörelerde tükürük atmaya halut denir) Çıplak resmi kapattım, der. Servet, çaresiz gazeteyi kaldırıp atar. Canı sıkılır, ayakkabısının tekini çıkarıp ayaklarıyla oynamaya başlar. Yaz sıcağında kokudan rahatsız olan Bayburtlu da ayakkabısına halut atar. Servet kızar, söylenir.

-          Ola, sağa da ne oldi? Bayburtlu kızarak:

-          Yavu ayakkabını mı koklayalım yani. Ben de profesyonel halutçuyum. İyi isabet ettirdim değil mi, der. Servet kızarak Bayburtlunun suratına tükürür. Bayburtlu şaşırır:

-          Sen niye tükürdün deyince Servet,

-          Valla pen amatör halutçuyum, denize tükürdüm sağa geldi, der.

 

ÇIK DEDİM YA

         Rahmetli Hacı Kemal Ersin’in köyünde muhtar olduğu zamanlardı.(Hayrat Yalovaslı (Dereyurt) köyü) Kadınlar yaylasındaki yayla evine çıktı. Bir zaman kalacaktı. Fakat çocukları ineğini kaybeder. O da aramaya çıkar. Dağ bayır dolaşırken karşı tepede Sarmısağın Ali’yi görür. Bağırır:

 

-          Ula Aliiii, bizim sarıkız ineği gördün mii?

-          O da olduğu yerden başını yukarı kaldırarak diliyle “çık” der, sesi duyulmaz. Hacı Kemal tekrar bağırır:

-          Ula Aliii, bizim sarıkızı görmedin mii?

-          Ali gene “çık”der. Bizim hacı kızar. Kızarak:

-          Ula Ali. Sağa diyorum sağa. Niye cevap vermiyorsun? Bizim sarıkızı görmedin miş?

O da ordan bağırır.

-          Ula, kaç seferdir (başıyla “çık”işareti yaparak) “çık” dedim yaaa.

 

HIZINI ALAMAYAN İNEK

         Trabzon’a bir program yapmak için giden sanatçılardan bir özel arabasıyla Akçaabat’ı yeni geçmişti. Akşamın hafif karanlığı var. Yolda ineğin ipini eliyle tutan bir köylünün öbür eliyle ona otostop işareti yaptığını görür. Biraz merak biraz da hayretle durur. Köylü gelir.

-          Ula beni Trabzon’a götür da.

-          Peki, ama ineği nereye bırakacaksın.

-          Onu bırakmak mı? O da bizimle gelecek ta.

-          Anlamadım nasıl yani?

-          Nasılı var mıdır? Arabanın arkasına bağlarız oda peşimizden gelir.

Şarkıcının aslında adamı götürmesine niyeti olmamasına rağmen her zaman duyduğu Doğu Karadenizliler hayatı fıkra olarak yaşarlar sözünden dolayı “acaba neler yaşacağının merakı” içerisinde adamı alır, ineği de arabanın arkasına bağlarlar. Sahil yolundan Trabzon’a yola koyulurlar. Şarkıcı önce yavaş yavaş gider. Köylü dayanamaz.

-          Ula ne yavaş gidiyorsun? Kaza bassana.

-          Yahu ineğe bir şey olmaz mı?

-          Ula yoook. O ayak uydurur sağa.

Şarkıcı, arabanın hızını arttırdıkça inekte arabanın peşinden süratini artırır. Hız 60–70–80–90 olmuştur. Şarkıcı dikiz aynasından arada bir ineği kontrol etmektedir. Dörtnala koşan inek şimdi dil çıkarmıştır. Şarkıcı:

-          Sahi mi hangi tarafa dil çıkarıyor?

-          Sola doğru.

-          Haa demek hızını alamadı da arabayı sollamak istiyor kerata. 

KEŞKE

         Çaykaralı ünlü âlim Hacı Ferşat Efendi’nin torunu yayıncı İbrahim’e, kızı Saliha sordu. Babaa, Reşat Nuri Güntekin kimdir? Öğretmen tanımıyor da bana soruyor.

-          Haa, o mi? Büyük yazar idi, öldü.

-          Öldü mü? Tüh! Keşke küçük yazsaydı.

 

SOĞUK SÜT

         Yanteli Aboo, pastaneye gider. ”Soğuk sütünüz var mı?” der.

         Garson:

         “ Var efendim” der. O da:

         “İyi, şimdi pi zahmet ısıtıpta getir” der.

 

MEHMET ALİ YILMAZ

Ünlü zengin işadamlarımızdan Trabzonspor Kulübünün başkanı Mehmet Ali Yılmaz ile fakir biri görüşmek ister. Adamları hergün kapılarına gelen yüzlerce fakir ve yardım isteyenlerden bıkmıştır. Mehmet Ali Bey’in yanına bile yaklaştırmazlar. Adam:

 

-          Ula ben Ofliyim. Eğer bana bir iş bulmasın kendimi kapısının önünde asacağım, der.

Mehmet Ali Bey’in adamları şaşırırlar. Şimdiye kadar yardım isteyen hiçbir kimse böyle tehdit yapmamıştı. Mecburen patronlarına gidip durumu söylerler. Oflu sevinçlidir. Çünkü Mehmet Ali Yılmaz, şimdiye kadar yardım isteyen hemşerilerinin isteğini kırmamıştı. Birazdan Mehmet Ali Bey kapıya çıkar. Oflu heyecanla yanına koşar. Mehmet Ali Bey çevredekilere bağırır.

-          Ula, bir ip verin şu adama da gitsin.

 

AMATÖR SPORCULAR

 

         Trabzonspor amatör takımı Türkiye Amatör Şampiyonasında dereceye girdiği yıllarda başkan Mehmet Ali Yılmaz tarafından onun evine yemeğe davet edilmişlerdi. Buna çok sevindiler, gurur duydular fakat onun gibi büyük bir adamın evinde nasıl davranacaklarını bilemediklerinden o nasıl davranırsa kendileri de öyle davranmaya karar verirler.

 

         Yemekte Mehmet Ali Yılmaz fincanına süt döktü. Hepsi de döktü. Sonra fincanın içine ekmek doğradı. Amatör sporcular birbirlerinin yüzüne baktılar. Sonra onlarda doğradılar. Sonra Mehmet Ali Yılmaz, fincanı masanın altına indirdi. İndirirken:

 

-          Geh pisi pisi, geh pisi pisi yemeğinu hazırladım, diye kedisini çağırır. 

EĞLENMEK İSTİYORSAN

         Tanınmış bayan artistlerinden birinin şarkıcı kızı, kendisinden önce sahneye çıkacak olan ünlü kemençeci Saffet Genç’le konuşuyordu. Bir ara Saffet Genç’in bazı sözlerinden sinirlenince:

 

-          Vakit geçirmek istiyorsan benimle uğraşma. Soyunu araştır. Tabi dedenden yukarıya ulaşabiliyorsan, dedi.

Saffet bu. Durur mu? Hemen lafı yapıştırır:

-          Sen de eğlenmek istiyorsan, bırak dedeyi önce babanın kim olduğunu araştır, der.

ARANAN EVİN ÖZELLİĞİ

 

         Emlakçı Mustafa Albayrak hemşerisi ve müşterisi olan Oflu Osman’a sorar:

-          Nasıl bir ev arayisun? Kaç odası olsun?

-          Valla kaç odası olması önemli tiil. Karımın ev işlerini görecek kadar geniş, ama kaynanamın gelip bize yerleşemeyeceği kadar ufak olsun.

UYURKEN TRAŞ

         Asiye, traş olmak üzere banyoya giren kocası Çaykara Yenteli Abdullah’ın uzun zamandır dışarı çıkmadığını görünce ne olduğunu anlamak için banyonun kapısını açar. Bakar ki Abdullah gözleri kapalı olduğu halde aynanın karşısında durmaktadır.

-          Abdullaaah, ne yapıyorsun? Delirdin mi yoksa?

-          Yoo ne delirmesi. Uyurken nasıl traş oluyorum. Oğa (ona) bakıyorum.

 

YORULMAZSIN TABİİ

         Müteahhit olan Oflu Kırbaş Hüseyin’in amelesi bir türlü doğru-dürüst çalışmıyor, sürekli kaytarıyordu. Hüseyin dayı da kibar mı kibar. Açık açık ameleyi kovamıyor, kibarca yanına gidiyor.

-          Oğlum, çok çalıştın, epey yoruldun. Al şu yevmiyelerini de git biraz dinlen. On-onbeş gün sonra uğra iş varsa çalışırsın.

-          Fakat Hüseyin dayı! Yorulmadım ki. Çalışırım.

-          Yorulmazsın tabii. Hiç iş yapmazsam ben de yorulmam der ve onu kendi lafıyla mat edip işten çıkarır. 

KAPTANSIZ GEMİ

         Trabzon limanından bir gemi kalkmak üzeredir. O sırada birinin uzaktan koşa koşa geldiği görülür. Tayfalar ise iskeleleri çekiyorlardı. Güvertede gezinen yolcular merakla koşan adamı seyrederler. Hatta bazıları yetişecek, yetişemeyecek diye iddiasına tutuşurlar. Hatta bazıları desteklemek için “ ha gayret, az kaldı” diye teşvik ediyordu. Vapurun son düdüğü öttü. Motorlar tam kapasite çalışmaya başladı. Gemi önce bir sarsıldı. Ağır ağır iskeleninde çekilmesiyle kıyıdan uzaklaşmaya başlamıştı ki adam son gayretle kıyıya geldi. Kendini gemiye doğru attı. Güç bela son iskelenin kenarına tutundu. Yolcular çığlık çığlığa adamı alkışlamaya başladılar. “Bravo, iyi yetiştin” gibilerden. Adam ise güverteye çıkar çıkmaz tayfaları yanına çağırdı. Tayfalar koşup geldi. Adam:

 

-          Ula beni ne beklemiyorsunuz? Dedi. Yolcular herhalde mühim bir adam ki tayfalara bağırabiliyor diye düşündüler. Adam devam etti.

-          Ula kaptansız gemi giter mi? Beni nasıl beklemez siniz? Diye çıkışır. 

OKUNMAYAN REÇETELER 

         Temel’in eczanesine gelen bir sağlık müfettişi ilaçları teftiş ederken, rafların birinde bir baştan bir başa dolu ve etiketsiz şişeleri görünce kızarak bu kadar çok şişenin etiketsiz olmasının nedenini sorar.

 

         Temel:

-          Efendim, der, bunların hepsi saf sudur.

-          Bu kadar saf suyu nerede kullanıyorsunuz?

-          Reçetelerde okuyamadığımız ilaçların yerine.

 

İLERLEYELİM

         Oflu Raşit Karaaslan İstanbul’da belediye otobüsüne bindi. Otobüs tıklım tıklım dolu idi. Yeni binecekler bastırınca şoför:

-          İlerleyelim beyler, ilerleyelim deyince yorgunluktan ayakta duramayacak durumda olan Raşit:

-          Yavu, madem yürüyecektik niye arabaya bindik?

SADECE ALLAH BİLİYOR

         Karadenizli milletvekillerimizden biri ilk defa politikaya soyunuyordu. 1983 seçim öncesi. Neler konuşacağını hazırladı, bir kâğıda yazdı. Epeyce okudu hazırlandı. Sonra kürsüye çıktı. Çok büyük kalabalığa hitap edecekti. Cebinde kâğıdı aradı. Kalabalıktan heyecanlanınca bulamadı. Konuşmaya başlaması gerekiyordu. Bir hayli yutkunup düşündükten sonra:

-          Sevgili dinleyiciler, dedi. Buraya gelirken neler söyleyeceğimi bir Allah, bir de ben biliyordum.

Herkes “ Şimdi siz de biliyorsunuz” demesini beklerken O:

-          Şimdi ise sadece Allah biliyor der.

ŞURUBU ÇALKALAMAK İÇİN

         Tanınmış yayıncılardan Çaykaralı İbrahim Ferşat, İstanbul’un bozuk yollarında akşam karanlığında çukura düşer. Beli incinir, kaburgalarında çıkık olur. Acil tedavisi yapıldıktan sonra evde kıpırdamadan yatması istenir. Akrabası Murat H. Bilgin’de odasında kıpırdamadan yatması gerektiğini duyduğu bu akrabasını ziyarete gider. Hastanın odasına girdiğinde İbrahim’i teypteki kemençe müziği eşliğinde horon oynuyor görünce. Murat şaşırır:

-          Ola ne yapayisun, delirdun mi?

-          Yoo ne delirmesi. İncinmem için şurup içtum da.

-          Şurupla horonun ne ilgisi vardur da.

-          Ne ilgisi olur mi, doktor şurubi çalkalayip iç temişti. Ben de çalkalamayi unutmiştum.
 

KÖPEĞİM OLMADUĞUNİ SÖYLEMEYİ UNUTTUM

         Saat gecenin üçüydü. Temel’in telefonu uzun uzun çalar. Temel uykulu uykulu telefona gelir. Bir kadın sesi telefonda:

-          Köpeğinizin havlaması uyumama mani oluyor, diye şikayet etti .Bunun üzerine Temel, kadının ismini, telefon numarasını alır, özür dileyerek telefonu kapatır.

Ertesi günü saat yine tam gecenin üçünde bu sefer aynı kadın telefonun çalmasıyla uyandı. Telefon eden bu sefer Temel’ di.

-          Bayan, tün gece size köpeğim olmadığını söylemeği unuttum.

VEZNEDAR

         Bankacı Akçaabatlı Tuncay abimizle bir arkadaşı konuşuyorlardı. Arkadaşı:

-          Yahu geçen günlerde bankanıza bir veznedar aranıyordu. Bulundu mu? Diye sorunca; O da:

-          Bulunmasına bulundu da şimdi o veznedar aranıyor, dedi.

ANKARA’YA NE YAKINMIŞ

         Onbeş yirmi yıl evvel bizim sonradan görme yeni hemşerilerimizden biri T.H.Y. bürosuna telefon eder:

-          Ankara’ya kaç takada gideysunuz? Der.

-          45 dakika, der.

-          Peki, Ankara’dan Gaziantep kaç dakka, der.

Telefondaki bayan cevap vermeyip programa bakarken

-          Bir dakika efendim, der.

Bizimki de

-          Sağol, deyip telefonu kapatır. Sonra da yanındakine:

-          Allah Allah Antep’ten Ankara’ya yol ne kadar yakınmış, der.

HANGİ KULAK

         İstanbul’da tanınmış Trabzonlu işadamlarımızdan biri sekretine sorar:

-          Yavu burada bi kalemum vardi ne oldi?

-          Kulağınızın arkasında, diye cevapladı sekreter. İş adamımız kızarak:

-          Kısa ve kesik konişmayı ne zaman öğrenecesun, diye gürledi, sonra devam etti.

-          Hangi kulağimun arkasinda.

YÜZÜNE TÜKÜRECEKTİM

         Of ve Türkiye ile ilgili çalışmaları olan[1] Amerikalı Antrepolog Profesörü Michael E. Meeker, Karadeniz köylerinde 1960’lı yıllarda bir inceleme yaparken sakalının uzadığını fark eder. Köy ileri gelenlerinden birine köyde berber olup olmadığını sorar. O da Michael’i bir kahveye götürür. Kahvenin bir kenarında eski, siyahlamış, boyasız tahtadan bir masa, önünde de kahvenin eski tahta sandalyesi vardır. Berber profesörü buraya oturtur. Masanın üstündeki bir traş fırçası ile bir saç kesme makinesi ile usturadan başka bir şey yoktur. Bizim profesör berberin şimdi masanın çekmecelerini açıp içinden diğer aletleri çıkarmasını beklerken O, berberin traş fırçasına tükürdüğünü görüp hayretle yarım yamalak Türkçesiyle:

 

-          Heyy siz var ne yapmak? Hiç fırçaya tükürülür mü? Diye sorar. Berber ise Michael’in bu şaşkınlığına şu cevabı verir:

-          Ola otur, oturduğun yerde. Biz sana misafirsun diye böyle yapayruk. Yok başka biri olsaydun yüzüne tüküreceğudum, der.

www.hayrat.net web sitesi sayfasındasınız


[1] Michael E. Meeker, İmparatorluktan Gelen Bir Ulus Türk Modernitesi ve Doğu Karadeniz’de Osmanlı Mirası, Çev: Tutku Vardağlı, İstanbul, 2005