İstanbul
Boğazında camili köprü' olabilirdi
İkinci
Abdulhamit'in Boğaz üzerinde camili bir köprü
projesi hazırlattığı ortaya çıktı.

İstanbul için arasında Leonardo da
Vinci'nin de olduğu birçok kişi köprü, demiryolu, nâzım
planları yaptı.
Ancak sonraları bunlardan hiç biri uygulanmadı.
"1900 yılında Osmanlılar, Bostancı'dan Kandilli'ye demiryolu
hattı kurdu. Kandilli Rumeli Hisarı arasındaki 'Hamidiye'
adlı Boğaz Köprüsü sayesinde de Avrupa yakasına geçiliyordu.
Tren yolu bir çevreyolu oluşturacak şekilde Bakırköy'e
uzandı. Bostancı'dan trene binip Bakırköy'deki mevcut
demiryolu hattına ulaşan yolcular, Sirkeci'ye kadar ulaştı,
oradan aktarma köprü vasıtasıyla Boğaz'ı bir kez daha geçip
Üsküdar'a vardı. Üsküdar'dan da Haydarpaşa Garı'na kısa bir
hat döşenince Haydarpaşa'daki mevcut demiryolu hattına
bağlanan tren, iki kıta arasında yeniden mekik dokuyanlar
için yine Bostancı'ya yollandı."

Kızıl Sultan mı, Ulu Hakan mı? Sultan 2.Abdulhamit Han:
:Ulu Hakan:
Abdülhamit, idareye vaziyet etmek üzere tahta çıktığında her
taraf kazan gibi kaynıyordu. O fitne ve fesat üzerine
gelmişti. Dünyada herkesin kabul ettiği zekâ, deha ve
tedbirin adamıydı. Tedbirini vehim olarak değerlendiren
tarihçiler vardır. Onlara göre Abdülhamit çok vehimli bir
insandı. Küstahlığı biraz daha ileri götürenlere göre ise o,
korkak bir insandı.
Tahta çıktığı zaman Osmanlı topraklarında manzara şuydu:
Tunus bulgur kazanı gibiydi. Mağrip memleketlerinde
Fransızlar, İtalyanlar cirit atıyor ve her yerde fitne
arıyorlardı. Mısır ciddî hâdiselere gebeydi. Araplar her
yerde, Osmanlı askerine karşı bir düşman tavrına girmişti ve
onu arkadan vuruyordu. Böylece her yerde, Birinci Cihan
Harbi'nde mağlup düşmemize zemin hazırlanıyordu. Bir İngiliz
casusu olan Lavrens, Şerif Hüseyin'e kadar yanaşmış, hatta
Avrupa'da onu temsil etme payesiyle payelendirilmişti. Her
yerde Lavrens'in dümen suyuna uyulmuştu. Mehmetçik,
dindaşları tarafından şehit ediliyor, edilirken de, o
kavurucu çöl sıcağında dudaklarına bir yudum su götürecek
dost elinden mahrumdu. Ve işte böyle bir devrede Abdülhamit
enkaz yığını hâline gelmiş bir saltanata buyurun edilmişti.
Girit daha farklı değildi. Giden valiler hiçbir iş
yapamıyordu. Asker eli kolu bağlı duruyordu. Batı bir kâbus
gibi orada Osmanlı'nın üzerine çökmüştü ve kalkmaya da
niyetleri yoktu.
Balkanlar'da, Rusya'nın tahriki, açıkça kendini
gösteriyordu. Muhtariyet isteyen milletlerin başını Slavlar
çekiyordu. Bulgarlar bu emellere alet edilmişti. Sadece
Balkanlara ait meseleleri halletmek dahi çok zordu.
Anadolu'da da dönmeler yoğun faaliyete girişmişlerdi. Bu
dönmelerden bilhassa bazıları amansız bir gayret
içindeydiler. İsimleri değişmiş Ali, Veli olmuştu ama ruh
dünyalarında zerre kadar değişiklik olmamıştı. Kinleri hiç
dinmemişti; gayz ve öfkeleri her yerde yangın çıkarmaya
yetecek mahiyetteydi. Nasıl Allah Resulü’nün Medine'de en
amansız düşmanı bunlardı ve nasıl Hz. Ali'nin baş düşmanı
İbn Sebeleri yetiştiren de yine bu mezbelelikti,
Abdülhamit’e karşı da en büyük hasım ve düşman yine aynı
iklimde yetişip boy atıyordu. Mithat Paşa da bir dönmeydi ve
arkasında bütün bir Avrupa vardı. O da fitnenin bir ucunda,
kendine düşeni yapmaya çalışıyordu.
Ermeniler dışta ve içte örgütlenmiş ayrı bir düşman
cephesiydi. Süryaniler tahrik ediliyordu. Asırlarca omuz
omuza aynı cephede vuruştuğumuz unsurlar şimdi bizi arkadan
vurmaya başlamıştı ve bu kalleşçe tavır ciddî boyutlara
tırmanmıştı. Bütün bunların önünü almak da çok zor bir
meseleydi. Abdülhamit’in böyle bir dönemde 33 sene gibi uzun
bir süre devleti ayakta tutabilmesi dahi büyük bir
hâdisedir. Başka hiçbir iş yapmasaydı bu kadar süre ayakta
durabilmesi onun istidadını göstermeye kâfi gelirdi. Düşman
amansızdı ve etrafında kendisine müzahir olacak ciddî
dostlardan da mahrum bulunuyordu. Müstebit değildi. Ruhunda
mevcut olan disiplin anlayışını cemiyete aksettirmek
istiyordu. Böylece laçkalaşmaya başlamış cemiyet hayatına
ait her ünite belli bir disiplinle, hiç olmazsa daha aşağıya
çekilmesi önlenmiş olacak ve toplum hayatı yükseltilemese de
daha kötü hâle gelmekten korunacaktı. Bunun için de
Abdülhamit’in disiplinli olması gerekiyordu. Ne var ki,
bizim kendilerine çok sevgi ve saygı duyduğumuz bazı zatlar
bile durum değerlendirmesinde yanılmış ve Abdülhamit’i
hicveden yazılar ve şiirler yazmışlardı. Neden sonra
yıkılışı görenler nedametlerini gizleyemedi ve onun
büyüklüğünü anlayamadıklarından aleyhinde bulunduklarını
itiraf ettiler.
Maarif hayatına onun kadar hizmet eden –Fatih Sultan Mehmet
Han Hazretleri müstesna– ikinci bir Osmanlı Padişahı
göstermek oldukça zordur. O Türk maarifine hizmet eden
nadide bir insandır. İlk defa Avrupa standartlarına uygun
mektepler onun devrinde hizmete girmiştir. Kabataş, Kuleli
İstanbul'da açılan okullardan sadece ikisidir.
İslâm âlemiyle ciddî diyaloga girme meselesini yine
Abdülhamit halletmiştir. Medine'ye kadar giden tren hattı
onun devrinde yapılmış ve faaliyete geçmiştir. O bir bakıma
Yavuz'un idealini pratikte gerçekleştirmiş bir kişidir. Zira
Yavuz'un yaptığı fetihlerin neticesi ve beklenen meyvesi
ancak İslâm âlemiyle böyle yakından temasa geçmekle mümkün
olacaktı. Fakat o günün şartları gereği, o devrede
yapılamayan tren hattı gecikmeli dahi olsa, Abdülhamit
tarafından devreye sokulmuş oluyordu.
Günümüz Türkiye'sinde âdeta yedi harikaya eklenmiş bir
sekizinci harika gibi büyütüle büyütüle neredeyse
efsaneleşecek olan Boğaz'da yapılan köprünün plânı dahi o
dönemde, hem de bugünkünden daha modern olarak Abdülhamit
devrinde yapılmıştır. O, ufku bu kadar geniş bir insandır.
Şartlar elvermediği için tatbike konulamayan bu köprü plânı
bugün arşivlerimizde durmaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir
tarihçi arkadaşımızın gayretiyle basına intikal eden bu
mesele, Abdülhamit’in ferasetini bir daha ispat etmiştir.
Onun ileriye matuf düşüncelerini etrafındakiler sezip
bilemediler. Bundan dolayı da anlaşmazlıklar zuhur etti. O
attığı her adımı en az elli sene sonrasına göre atıyordu.
Fakat etrafında bulunan devlet ricali günübirlikçilikten bir
türlü kurtulamamışlardı. Esasen, günümüzde de değişen bir
şey yok. On sene sonrasına dair yaptığı teklifleri,
arkadaşları tarafından engellenen idarecilerimizin durumu da
aynıdır. Ona "Kızıl Sultan" diyorlar. Bence Fransız
yakıştırmasının ona isnadı dahi bizde müspet bir kanaat
hâsıl etmelidir. Bazı dönmeler tarihin hiçbir devrinde bize
hakikî manada dost olmamıştır. Bugünkü düşman tavırları da
dünkünden az değildir. İşte onların attığı bir iftira,
ecdadına sövmeyi marifet zanneden birtakım nesepsizler
tarafından aynen tercüme ile dilimize aktarılmış ve öyle
denmiştir. O kızıl sultan mıdır, yoksa ateşin bir deha
mıdır, artık tarih diyeceğini demeye başlamıştır. Onun kızıl
sultanlıkla zerre kadar alâkası, bu alâkaya esas teşkil
edebilecek yanı yoktur.
Amcası Abdülaziz şehit edilmiş ve intihar süsü verilmeye
çalışılmıştır. Abdülaziz'i öldürten Mithat Paşa ve birkaç
yandaşıdır. Vermek istedikleri intihar süsü o kadar acemice
hazırlanmış bir komplodur ki, küçük bir çocuğu dahi buna
inandırmak mümkün değildir. Abdülaziz'in öldürülmesinde, her
iki bileğin damarları da kesilmiş olarak intihar etti
denmektedir. Bir adam, bileğinin birindeki damarı kestikten
sonra diğerini hangi elini kullanarak kesecektir? Ayrıca
boynundaki damarlar da sağlı ve sollu kesilmiştir. Bunun
intiharla ne alâkası var! Sonra intihar etmesine sebep
nedir? Aslında söylenenlerin hepsi yalan, uydurma ve
iftiradan ibarettir. Sonra bu mevzuu araştırmak için bir
heyet kurulmuş ve verilen raporlar tetkik edildikten sonra
mahkeme Mithat Paşa ve adamlarını suçlu bulmuş ve idamlarına
hüküm vermiştir. O nasıl bir kızıl sultandır ki, amcasının
katili olduğu mahkemece sübut bulduğu ve kendisine olan
düşmanlığı herkesçe müsellem bulunduğu hâlde, yetkisini
kullanarak verilen idam kararını müebbet hapse çevirmiş ve
onu Taif'e sürgün etmiştir. Bu dönmeyi kaçırmak için bütün
dünya gizli servisleri faaliyete geçince Abdülhamit, Tâif
valisine kesin emir verir: "Eğer Mithat Paşa kaçırılırsa bu
ihmalini çok ağır olarak ödersin." Vali tedirgin bekler. Her
gün bir kaçırma ihbarıyla bunalmıştır. O kaçırılmadan evvel
hak ettiği cezayı ben vereyim der ve ihtimal Mithat Paşa'yı
zindanda boğdurur. Meselenin Abdülhamit’le uzaktan yakından
hiçbir alâkası yoktu. Hem başka bir devlete sığınma
talebinde bulunacak kadar kimliğini ortaya koymuş bir haini
öldürtse ne olurdu? Fakat onda şefkat âdeta zaaf
derecesindeydi. Hiç kimsenin kanını dökmek istemiyordu. İşte
onun bu şefkatidir ki, Hareket Ordusuna karşı dahi, fiilî
bir müdahalede bulunmasına mâni olmuştu.
Mahmut Paşa aklı hiçbir şeye ermeyen bir adamdı. Bir kır
bekçisi kadar dahi devlet işlerinden anlamazdı. Daha sonra
Meclis'te oturduğunda uyuklamaya başlardı. Meclis Başkanı,
Batılı gözlemcilere karşı çok ayıp oluyor, gerekçesiyle onu
uyandırmaya çalışırdı. Böyle Meclis'te horul horul uyuyacak
kadar memleket meselelerine karşı lâubalî bu insan, Hareket
Ordusu diye bir grup çapulcuyu etrafına toplamış ve
Selanik'ten kalkıp İstanbul'a gelmiştir. Tahsin Paşa,
durumdan haberdar olunca derhal Hünkâr'ın huzuruna girer ve
bunları dağıtmak için müsaade ister. Hünkâr işin
bidayetinden beri bu meseleden haberdardır. Tahsin Paşa'nın
gelenleri geri püskürtmek için yaptığı ısrarlı talep,
Abdülhamit tarafından hüsnü kabul görmez. Hünkâr, "Kendi
milletimin kanını akıtamam." der ve teklifi reddeder.
Hâlbuki başındaki adamdan da belli olduğu gibi Hareket
Ordusu, ordu disiplin ve anlayışından çok uzaktır ve
gelenlerin ekseriyeti niçin geldiğini bile bilmemektedir.
Bir kısmı da padişahı korumaya geldiklerini zannetmektedir.
Hayır, başka değil o sadece şefkatinin kurbanı olmuştur.
Abdülhamit, İttihat ve Terakki Fırkasının bu kadar akıl
almaz davranışlarını şefkat ve insanî düşünce ile
karşılamasaydı, davranışları herhâlde biraz daha farklı
olurdu.
Bir bakıma onun düşünce ufkunda, onların yaptığının toz ve
gubarı dahi yoktu ki böyle bir fecaati netice verecek olan
onların hareketlerini kendi insanî ölçüleri içinde
değerlendirdi. Yani milleti idare iddiasına kalkışacak
insanların bu denli akılsız olacakları onun aklının
köşesinden bile geçmiyordu. Bir de; nasıl olsa, benden sonra
Sultan Reşat duruma vaziyet edecek. Benim bıraktığım yerden
o başlar ve devam ettirir düşüncesindeydi. Onun için
tevekkül yanı, tedbir tarafına galebe etti ve o mürüvvet
abidesi, milletle beraber kendi heykeli altında kalıp
ezildi.
Bir de Abdülhamit’in manevî yanı vardır. Devlet adamlığına
denk bu yanıyla da o ayrı ve çok muallâ bir mevkidedir.
Dinle dünyayı bu şekilde dengeleyebilme, bilhassa öyle bir
makamda bunu yapma, çok ender insana nasip olmuş bir
tali'lilik payesidir. Ve işte o ender incilerden birisi de
Abdülhamid'dir. Hacca gittiğimizde, bize hizmet eden çok
yaşlı bir insan vardı. Abdülhamit’in adını duyunca
saygısından ürperirdi. İşte bu yaşlı zat bize, Abdülhamit
müteaddit defa hacca geldi. Falan yerde kaldı ve bizimle
haccetti diye hikâye ederdi. Hâlbuki o, zahire göre hiç
hacca gitmemişti. Mevzuun başında da söyledim. Abdülhamit’e
ilk defa Fransızlar "Le sultan ruj" diyerek "Kızıl Sultan"
adını taktılar. Ermeniler de bunu gazetelerinde neşredip
yaydılar. Onun için ona "Kızıl Sultan" diyen insan kimin
ağzını kullanıp, kimin emellerine alet olduğunu düşünüp
ürpermelidir. Evet, yarasa bakışlı renk körlerine göre o
kızıl sultandır. Ama bize göre o Ulu Hakan ve
Cennetmekân'dır...!
Abdülhamid'den hançer gibi cevap;
Tarihin derinliklerinden çıkan bir gerçek daha şaşırttı.
Abdülhamid'e İsrailliler Kudüs konusunda öyle bir öneride
bulunmuşlardı ki!..
IRCICA'nın İstanbul'da düzenlediği 'Yüzüncü Yılında 2.
Meşrutiyet Kongresi'ne Suriye Kültür Bakanı Agha'nın Osmanlı
Padişahı 2. Abdülhamid'le ilgili sözleri damga vurdu. Agha "Abdülhamid
Han, İsrail'in Filistin'e yönelik tekliflerine itibar
etmedi. Ama biz bu çok büyük şahsa gerçekten çok zulmettik."
dedi.
Bugün Gazetesi'nin haberine göre; İslam Konferansı Teşkilatı
İslam Tarihi Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA),
Yüzüncü Yılında 2. Meşrutiyet Kongresi'nde Türkiye'den ve
Türkiye dışından 100'ün üzerinde bilim adamını bir araya
getirdi.
İSRAİLİN KUDÜS TEKLİFİ
Kongreye Suriye Kültür Bakanı H.E. Dr. Riad Nassan Agha'nın
2. Abdülhamid Han'la ilgili sözleri damgasını vurdu. Osmanlı
Devleti'nin son döneminde Siyonistlerin Kudüs'ü kendilerine
satması için milyonlarca altın teklif ettiklerini hatırlatan
Agha, "Abdülhamid Han hiçbir zaman bu aşağılık öneriye
itibar etmedi. Siyonistlerin karşısında durdu. Ama biz bu
çok büyük şahsa gerçekten çok zulmettik" dedi.
FİLİSTİN NASIL KAYBEDİLDİ?
Dr. Riad Nassan Agha, 2. Abdülhamid Han'ın Siyonist lider
Theodor Herzl'in tekliflerine verdiği cevabı ise şu sözlerle
anlattı: "Herzl'e söyleyin, bir daha önüme bu tip önerilerle
gelmesin Filistin benim şahsi mülkiyetim değildir, Filistin
İslam aleminin bir parçasıdır. Bundan da hiç kimse tasarruf
edemez' dedi.
BİN HANÇER SAPLASANIZ VERMEM
Ayrıca bir konuşmasında 'Ben İslam topraklarının bir
karışını vermem bin hançer saplansa bile benim vücuduma'
demişti. Bu tarihi anın açıklığa kavuşturulması gerekiyor.
Filistin toprakları konusundaki sorumluluğun açıklığa
kavuşmasını istiyorum." Agha, Osmanlı Devleti'nin çöküşe
rağmen bütün etnik gruplara haklarını tanıdığını, Sultan
Abdülhamid Han'ın da Yahudilerin Kudüs'e gidip hacı
olmalarına izin verdiğini anlattı.
Teşkilat ve Teşkilatın Önderi:Sultan Abdülhamithan...
Parola: Teşkilat
Onlar; Oğuz Kağan'dan bugüne kadar, Türk'ün devlet-i ebed
müddet fikrini devam ettiren gizli teşkilatın
liderleriydi... Kimi, Gök-Türk Devleti'ni; kimi, Selçuklu
Beyliği'ni; kimi, Osmanlı İmparatorluğu'nu; kimi de Türkiye
Cumhuriyeti'ni kurmakla görevlendirildi. Nizamülmülk'ten
İmam-ı Gazali'ye, Selçuk Bey'den Mevlana Celaleddin-i
Rûmi'ye, Osman Bey'den Dursun Fakih'e, Sultan Abdülhamit'ten
Enver Paşa'ya ve Mustafa Kemal'den Turgut Özal'a kadar
birçok isme; Teşkilat'ın gizli sancağı emanet edildi.
Pakistan'da, Afganistan'da, Lübnan'da, Azerbaycan'da,
Bosna'da; Osmanlı Devleti'nin bakiyesinde kurulan elliye
yakın devletin harcında Onlar'ın gizli faaliyetleri vardı.
Ve bugün; Türk'le Kürt'ü, Türk'le Fars'ı savaştırmak isteyen
Kaos Düzeni'nin mimarları, hesap etmedikleri bir gerçekle
yüzleşmeye başladı: Teşkilat'ın askerleri, yeni bir düzen
için geri dönüyorlardı...
Çam da bizim, kozalak da bizim!
Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı Devleti'nin son istihbarat
teşkilatı idi. Kurulduğu günlerde, kabinedeki bakanların
birçoğu ve üst düzey komutanların büyük bir kısmı dahi böyle
bir örgütün varlığından haberdar olmamıştı. Örgütün,
Trablusgarp'tan Hindistan'a kadar yüzlerce hücresi ve bu
hücrelere kayıtlı binlerce ajanı vardı. Üyeleri arasında
Mustafa Kemal, Enver Paşa, Celal Bayar, Eşref Kuşçubaşı,
Kazım Karabekir, Fuat Balkan, Süleyman Askeri ve Fevzi
Çakmak gibi birçok ünlü sima da bulunuyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında
yaptığı gizli çalışmalarla, elliden fazla devletin
kurulmasını sağladı. Teşkilat'ın gizli hücreleri, aradan yüz
yıl geçmesine rağmen henüz ortaya çıkarılamadı.
Selman Kayabaşı, bu heyecan verici kitapta Kıbrıs'ta Türk
Mukavemet Teşkilatı'nı kuran, Bosna Hersek'in bağımsızlığını
kazanmasında büyük pay sahibi olan ve son olarak Kerkük'te
ortaya çıkan Teşkilat'ın; Musul'dan Semerkand'a, Lübnan'dan
Pakistan'a, Roma'dan Selanik'e ve Azerbaycan'dan Kafkasya'ya
kadar, günümüzdeki faaliyetlerinin izini sürüyor.
Tarih:
'Mustafa Kemal, saltanatı yıkmak ve yerine Cumhuriyet rejimi
kurmak istiyor. Şu halde nasıl olur da onu lider tayin
ederiz Sultanım? '
İstihbarat
'Kurşunun hesabını üç kişi bilir: Bir kurşunu veren, bir
kurşunu ateşleyen, bir de kurşunu yiyen...'
Siyaset
'Şehir'de şehir kanunu; it'le dalaşacağına, çalıyı
dolaşacaksın. Dağ'da dağ kanunu; it'le dalaşacağına, it'le
dolaşacaksın...'
ve Aşk...
'Galata göz gibi, Süleymaniye gönül gibi bakıyor Baba! Öyle
ya, yüreğimde kor bir ateş, kor yüreğimde kör ateş; kör
yüreğim kor ateş, kor yüreğim kör ateş...'
Abdulhamit Han'ın il il petrol haritası
II. Abdülhamit'in yaptırdığı petrol rezervi çalışmasına
göre, Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Hakkâri illerinde
rezervler tespit edilmiş. İşte il il raporlaştırılan
Güneydoğu'nun petrol yatakları:
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nce basılan
"Osmanlı Döneminde Irak" isimli kitapta II. Abdülhamit
döneminde maden mühendisi Paul Groskoph'a yaptırılan petrol
araştırmasının raporları ve haritaları yayımlandı. Musul,
Kerkük, Bağdat ve Erbil'de gösterilen petrol yataklarının
yanı sıra Diyarbakır, Mardin, Bismil, Siirt, Hakkâri gibi
bugün Güneydoğu Anadolu sınırları içindeki petrol yatakları
da tespit edilmiş.
Bundan tam 106 yıl önce Sultan II. Abdülhamit, Hazine-i
Hassa'dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkararak
geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girilmesi için
emir verdi. Sultan'ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada
yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat
çevresinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol
taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve
Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi,
çalışmalarını 22 Ekim 1901'de Sultan II. Abdülhamit'e rapor
olarak sundu.
Dağlardaki petrol
Yakın zamana kadar içeriği hakkında pek fazla bilgi sahibi
olunmayan "Sultan'ın petrol haritası", Güneydoğu Anadolu
illerinde de petrol bulunabileceğini gösteriyor. Haritayı
hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca
önemli petrol rezervleri belirlediklerini belirtiyor.
Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek
gezerek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri
güzergâhı da isimlerine kadar raporda anlatıyor. Groskoph,
Hakkâri, Bingöl, Siirt dolaylarında ve Dicle Nehri kıyısında
zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu kaydediyor.
Dicle Nehri kıyısında suların yükselmesi nedeniyle bazı
noktalarda yeterli araştırmayı yapamadıklarını da raporuna
ekleyen Groskoph, nehrin kıyısı dışında, Dicle'nin kıyı
şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol
bulunduğunu kaydetmiş.
Yine de o dönemin teknik imkânları açısından 900 metre
yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılmasının zorluğuna
değinerek, aynı zamanda bu yüksek dağlardan petrolün
taşınmasının maliyeti artıracağına dikkat çekiyor.
Bitlis Çayı kıyısı
Güneydoğu Anadolu'nun tamamı ve Doğu Anadolu'nun bir
bölümünü kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin,
Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Botan Çayı etrafı, Batman
Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt,
Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı
ve Hakkâri'de (Çölemerik) önemli petrol yataklarının
bulunduğu kaydediliyor.
Hicaz Demiryolu Ve Sultan II.Abdülhamid Han :
Hayatı boyunca abdestsiz yere ayak basmamış, yatağından
kalktığı anda abdesthaneye gidene kadar yere abdestsiz
basmasın diye yatağının baş ucunda kırmızı bir tuğla koyup
teyemmüm etmiş, günde 15-16 saat çalışırmış, Eserlerini
saymakla bitiremeyiz sadece yaptırdığı mimari eserler
İstanbul Arkeoloji Müzesi
Eski Şark Eserleri Müzesi
Yüksek Ticaret Merkezi
Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi
Düyun-ı Umumiye ve Karaköy Osmanlı Bankası
Karaköy Palas İş Hanı
Maçka Palas
Ankara İş Bankası
Etfal-ı hamidiye hastanesi (bugünki etfal hastanesi)
İstanbul Maçka İtalyan Sefareti
Tarabya İtalyan Sefareti
Haydarpaşa Garı
Sultanahmet'de Alman Çeşmesi
Sirkeci Garı
Kütahya Ulu Camii
İstanbul Yıldız Hamidiye Camii
Cihangir Camii
Beyazıt Devlet Kütüphanesi (Kütübhane-i Umumi-i Osmani) dir.
Öylesine bir imana sahipdiki o Hicaz demiryolunu yaptığı
anda demiryolu Medine sınırlarına girdiği vakit Tren
raylarının altına keçe döşetmişti. Bunu soranlara ise şu
cevabı vermişti."Burası Allahu Tealanın nazar ettiği
topraklardır. Onun sevgilis Hz Muhammed SAV burada
yatmaktadır. Rasulullah mezarında rahatsız olmasın trenin
sesi onu rahatsız etmesin diye raylara keçe döşettiriyorum.
Tarihimiz konusunda ne zihinlerimiz yeterli berraklığa
sahip, ne de biz bu berraklığı sağlamaya yetecek bilgiye
sahibiz. Bunun en çarpıcı misallerinden birini, boynu bükük
“Osmanlı Demiryolu Tarihi”nde müşahede ederiz. Günümüzde
artan trafik kazaları ve bunun meydana getirdiği maddi ve
manevi kayıplar, demiryollarını tekrar gündeme getirmiştir.
21. yüzyılın eşiğinde hâlâ karayolu ulaşımının bize verdiği
zararları tartışırken, gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde en
önemli ulaşım vasıtası olan demiryollarına ne kadar önem
verildiği ortadadır. Benzer bir şekilde, ülkemizde de bir
asır önce demiryoluna ne kadar ehemmiyet verildiği ve bugün
mevcut olan hatların yaklaşık yarısının inşa edildiği göz
önüne alınırsa, bu hatların inşasında çok büyük katkısı olan
Sultan II. Abdülhamid’in nasıl bir hizmet şuuruna sahip bir
devlet adamı olduğu ortaya çıkacaktır.
Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıkar çıkmaz, büyük eğitim
hamleleri yapmış, birçok okullar açmış ve o gün için
dünyanın en iyi haberleşme sistemi olan telgraf hatlarıyla,
1800’lü yılların son çeyreğinde ülkeyi baştan sona
donatmıştı. Demiryolları onun en büyük rüyâlarından biriydi.
Rumeli, Hicaz ve Anadolu-Bağdat demiryollarının inşası da en
büyük projeleri arasındaydı. Dünyada, demiryolu ilk defa, 27
Eylül 1825’te İngiltere’de, işadamı Edward Pease’in Stocton-Darlington
Railway Company adlı şirketinin mali katkılarıyla, George
Stephenson tarafından Stocton ve Darlington arasında
yapılmışken, bu tarihten yaklaşık otuz yıl sonra, Osmanlı
Devletinde de demiryolu çalışmalarına başlanmıştır.
Sultan II. Abdülhamid Han, 1876’da padişah olduğunda,
devletin 300 milyon altın liraya yakın dış borcu vardı ve
çeşitli iç sorunlarla karşı karşıya idi. Bütün bu menfi
şartlara rağmen dahilî ve malî sıkıntıları halletmeye
çalışan Sultan, bu arada demiryollarının ekonomik ve siyasi
önemini çok iyi kavramış ve Osmanlı topraklarında
demiryollarını yaygınlaştırmak için yabancı devletlere
çeşitli imtiyazlar tanıyarak, demiryolu yapımını teşvik
etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde demiryolunun yaygınlaştığı ve demiryolu
yatırımının en çok yapıldığı dönem, II. Abdülhamid devridir.
1889- 1898 döneminde, 5350 km’lik demiryolu inşası için izin
verilmiştir. Bu rakamın, günümüzde mevcut olan demiryolu
uzunluğunun yarısından fazla olduğu düşünülürse, o günkü
şartlarda ve teknolojik imkânlarla yapılan bu yatırımın ne
kadar büyük ve önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Aynı zamanda, bütün dünya Müslümanların halifesi olan II.
Abdülhamid Han, İslam’ın şartlarından olan ‘Hac’ farizasını
yerine getirmek için her yıl Hicaza giden binlerce hacının,
develeriyle 60 °C’ye varan sıcaklık altında, çöl yollarında;
susuzluk, bulaşıcı hastalıklar, eşkıyalar vb. zorluklarla
karşı karşıya olduğunu, bu yolların emniyet ve asayişini
sağlamak için ise, devletin büyük malî ve askerî
fedakârlıklarda bulunduğunu biliyordu. Hicaz için bütün bu
problemleri halledecek ve buradaki Müslümanlarla Anadolu
arasında bir köprü vazifesi görecek, ayrıca devletin
saygınlığını İslâm dünyasında artıracak, bölgedeki denetimi
güçlendirecek ve Süveyş Kanalı’nın yerini tutabilecek
stratejik bir demiryolu projesini uygulamaya koymayı
düşünüyordu.
Sultan II. Abdülhamid’in hâtıratında da;
“Çok eskiden beri hayâl ettiğim Hicaz demiryolu nihayet
hakikât oluyor. Bu yol Osmanlı Devleti için sadece iktisadi
bakımdan büyük fayda getirmekle kalmayacak, aynı zamanda
oradaki kuvvetimizi sağlamlaştırmaya da yarayacağından,
askeri bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır..” diye
bahsettiği ve bugün milli sınırlarımız dışında bulunan Hicaz
demiryolu projesinin gerçekleştirilmesi, bütün Müslümanların
halifesi olan II. Abdülhamid’e yakışan bir yatırımdı.
1 Mayıs 1900’de irâdesi çıkarılan proje için
başta halifenin kendisi 2.5 milyon altın olmak üzere,
devletin sivil ve askeri memurları, aylıklarının %10’unu (harik
ianesi) vermişlerdir. Bu iş için halktan kurban derisi
toplanmış, posta pulları, damga kağıtları, ilmühaberler ve
madalyalar(*) bastırılmıştır. Müslümanlar arasında örnek bir
dayanışma örneği olarak; Mısır Hidivi, İran Şahı, Haydarabat
Nizamı, Okyanus adalarındaki Müslümanlar, özellikle bugünkü
Pakistan'ı oluşturan Hint Müslümanları, Afganistan, Fas,
Muskat, Kırım olmak üzere bütün dünya Müslümanları büyük
maddi bağışlarda bulunmuşlardır. Sadece İslâm dünyasınca
yapılan bu yardımlar, “Hicaz Şimendifer Hattı İanesi”nde
toplanmıştır.
Bu kadar büyük bir bağış kampanyasını
başarıyla yürüten II. Abdülhamid Hanın yakından ilgilendiği
bu demiryolu inşaatına, 1903 yılı Ekim’inde başlandı.
İnşaatın güvenliği için aynı yıl İstanbul’da ilk kez iki
taburluk demiryolu askerliği sınıfı açıldı. 1050 mm
genişliğindeki demiryolu hattı beş yılda tamamlandı. (**)
Toplam uzunluğu 1464 km olan bu yolun 1300 km’lik Şam-Medine
arasına öncelik tanındı. Hicaz demiryolu inşaatında çalışan
işçilerle teknik elemanlar yalnızca Müslümanlardan
seçilmişti. Ayrıca ray ve benzeri malzemeler İstanbul
tersanelerinde üretilmiş, traversler ise Toros ve Amanos
dağlarındaki ağaç kütüklerinden sağlanmıştı. Issız, çorak,
susuz ve kumlu çöllerde, hat boyundaki er ve subaylarımız,
demiryolu yapılmasına karşı çıkan ve engellemeye çalışan
eşkıya ile mücadele uğruna pek çok şehit vermişlerdi;
kilometrelerce uzayıp giden demiryolu güzergâhı onlara adeta
meçhul birer mezar olmuştu. Demiryolu inşaatında çalışan
nezih Anadolu çocukları, çöllerde alev gibi yakan güneş
altında kızgın rayları elleriyle tutamaz, başlarındaki
kabalakları (serpuş) eldiven gibi kullanırlardı. Başı açık
olanlardan güneş çarpmasından dolayı oracıkta ölenler de
olurdu. Su bulunan yerler azdı. Şam’dan özel olarak sarnıç
vagonlarıyla su getirilir, haftada bir kez dağıtılırdı. Bu
sular Der’a, Afule, Medan-ı Salih gibi yerlerde, depo ve
mahzenlerde saklanırdı. Bütün bu yoksulluğa, acılara,
meşakkate ve perişanlığa karşı mücadele eden erlerimizi,
subaylarımızı, demiryolcu memur ve işçilerimizi ayakta diri
tutan güç, böyle kutsal ve manevî yönü büyük olan bir işte
görev almanın verdiği moral ve Gül-ü Muhammed (s.a.s)
sevgisi idi.
|