MEHMET ÂKİF ERSOY (1873 - 1936)
Mehmet Akif, İstanbul'un Sarıgüzel semtinde, Sarı Nasuh mahallesinde
1873 yılında dünyaya geldi. Babası, Îpek kasabasında doğmuş Hoca Tahir
Efendi, annesi ise Emine Şerife hanımdır. Babasına temizliğe olan fazla
düşkünlüğünden dolayı Temiz Tahir Efendi derler. Temiz Tahir Efendi,
İpek kasabasında bir müddet tahsil yaptıktan sonra İstanbul'a geldi.
Burada Yozgatlı Hacı Mahmut Efendiden dinî dersler almağa başladı.
Emine Şerife hanım Şirvan'lı Derviş Efendi i le evlenmişti. Bir müddet
kocasiyle birlikte Amasya'da kalan Emine Şerife hanım sonradan
İstanbul'a gelerek yerleşti. İki erkek çocuğunu, bir müddet sonra da
kocasını kaybederek dul kaldı. Temiz Tahir Efendi, Sarıgüzel'de
kocasından kalan evde oturan bu iyi ahlâk sahibi ve güzel dulun medhini
duymuştu. Allahın emriyle onu istetti, ve evlendi. Bu evlenmeden de
Mehmet Akif dünyaya geldi. Temiz Tahir Efendi okur-yazar, tarikat sahibi
bir adamdı. Şeyh Feyzullab Efendiden ders alıyordu. Aynı zamanda bu
şeyhin çömezi idi. Anne ve baba dünyaya gelen çocuklarından dolayı büyük
bir sevinç içinde idiler.
Tahir Efendi yeni doğan oğluna Ebced hesabı ile doğum yılını içine alan
(Ragıf) adını koydu. Bu isim (Gerde) adlı bir nevi ekmek manasına
geliyordu. Lâkin Osmanlı dilinde böyle bir isim yoktu. Bu yüzden zamanla
babasının kendisine taktığı bu isim unutuldu ve (Akif) e çevrildi. Tahir
Efendinin sonradan bir de kızı düyaya geldi. Ona da Nuriye adını
taktılar. Sonradan Nuriye hanım Arif Hikmet Beyle evlendi. Akif dört
yaşına basınca mahalle mektebine devama başladı. Aile durumu yüzünden
mektebine zorlukla devam ediyordu. Mahalle mektebini bitirdikten sonra
Fatih'de Emir-i Buharî'deki mektebe devama başladı. Burayı da
bitirdikten sonra Fatih Merkez Rüştiyesine yazıldı. Bu mektepde en çok
sevdiği hoca, Kadri Efendi ismini taşıyan Türkçe hocası idi. Bu hoca,
küçük Akif üzerinde önemli bir tesir bıraktı. Kadri Efendi Abdülhamid'in
baskısına fazla dayanamadı. Evvelâ Mısır'a kaçarak orada Kanun-u Esasi
ismini taşıyan bir gazete çıkarmağa başladı. En sonunda hürriyet
taraftarlarının sığındığı Paris'e kaçarak orada hayata gözlerini yumdu.
Onun hayatını takip eden Mehmet Akif, hürriyet taraftarı olan ve
kendisini çok seven bu hocasını hayatı boyunca hiç unutmadı.
Mehmet Akif'in olgunlaşmasında babasının tesiri fazladır. Arapcayı ve
dine ait eserleri Mehmet Akif hep babasından öğrenmiştir. Baba, oğlu ile
birlikte camiye giderken yolda ona bilmediği lûgatları ezberletmiş, dine
temas eder bir takım bilgiler vermiştir. Bu yüzden Mehmet Akif babası
için «O benim hem babam, hem de hocamdır. Ben hayatta ne öğrendi isem
ondan öğrendim» demiştir. Babasından aldığı bu derslerden başka Mehmet
Akif, Fatih baş imamı Arap hoca ile birlikte de kur'an ezberlemekte ve
ondan bu sahada ders almaktadır. Rüştiyeye devam ettiği sıralarda Fatih
camiinde Selânik'li Esat dededen Acemce dersler almağa başlamıştır.
Arapca derslerini de ayrıca ona Halis Efendi vermektedir.
Mehmet Akif, şimdi Fatih rüştiyesini bitirmiş ve mülkiye mektebinin
idadî kısmına yazılmıştır. Burada da üç yıl okuyarak şehadetnamesini
alan Mehmet Akif, bu sefer Mülkiye'nin yüksek kısmına devama
başlamıştır.
1887 yılında babası Temiz Tahir Efendi hayata gözlerini yummuştur. Bu
acı yetmiyormuş gibi bir müddet sonra da Sarıgüzel semtindeki ailenin
sığındığı biricik ev, çıkan bir yangında kül haline gelmiştir. Bu sefer
zaten zorluk içinde geçinen aile daha sıkışık bir duruma düşmüştür.
Akif, artık gündüzlü olarak bir mektebe devam edemeyecek durumdadır. O
sırada şimdiki gibi yatılı mektepler bol değildi. Tam bu sırada talih,
Mehmet Akif'in imdadına yetişmiş ve Halkalı'da ki sivil Baytar
(Veteriner) mektebine yatılı talebe olarak kaydolunmuştur.
1888 senesinde girdiği bu baytar mektebinde Mehmet Akif hep başarı ile
sınıf geçmektedir. Ailesinin kendisine muhtaç olduğunu ve bir an evvel
hayata atılması lâzım geldiğini Mehmet Akif düşünebilecek bir çağdadır.
Bu yüzden bütün gayretlerini derslerine vermiştir. Baytar mektebini
birinci sınıf mevcudu 19 kişidir. Mehmet Akif bunlar arasında çalışma ve
başarma yönünden birinci gelmektedir. Bu sıralarda Orman mektebi
talebeleriden İsparta'lı Hakkı'nın ısrariyle Fransızca dersleri almağa
başlamıştır. Baytar İbrahim Bey ona Fransızca dersler vermektedir.
Mehmet Akif hayatının sonuna kadar baytar İbrahim Beyin bu iyiliğini
unutmamış ve «benîm sebebi hayatım odur» sözleriyle İbrahim beyi
hürmetle anmışur. Baytar mektebinde 1891 yılı aralık ayında tez
imtihanları başlamıştır. Bu imtihanların neticesinde elde bulunan
listede sınıf mevcudu 17 olmasına rağmen Mehmet Akif bunlar arasında
üçüncü gelmektedir. 1893 de baytar mektebinden şehadetnamesini alan
Mehmet Akif mektepten birinci olarak mezun olmuştur. Bu sıralarda Şevket
ve Babanzade Naim Beylerle birlikte Arapça parçalar üzerinde çalışmış ve
bu dile ait bilgilerini genişletmiştir.
Mehmet Akif baytar mektebini bitirdiği yıl, yani 1893 de, Tophane-i
Âmire veznedarı Emin Beyin kızı İsmet hanımla evlenmiş ve Mehmet Akif'in
İsmet hanımdan iki kızı ile dört oğlu dünyaya gelmiştir.
Mehmet Akif, baytar mektebine devam ettiği sıralarda Tanzimat devri son
bulmuştur. 0 sıralarda sair Abdülhak Hâmit yeni parlamağa başlamıştır.
Yine bu devrin meşhur romancılarından Sami Paşa zade Sezai ise kendisine
o zamanlar büyük bir ün kazandıran (Sergüzeşt) isimli romanını henüz
yazmamıştır. Yeni yetişen nesilden, Çenap Şebabettin, Tevfik Fikret,
Hüseyin Siyret, Hüseyin Suad, Ali Ekrem, Mehmet Rauf ve arkadaşları ise
henüz pek silik ve pek yenidirler. Bunlar «Mektep» ismini taşıyan biri
derginin etrafında toplanarak kendilerine bir muhit yapmağa
çalışıyorlardı. Roman ve hikâyeleri ile edebî kapasitesini belirtmeğe
başlayan Halit Ziya Uşaklıgil ise İstanbul'un edebî çevresinden uzak,
İzmir'de bulunmakta ve Hizmet gazetesinde yazılarını yayımlamaktadır.
İstanbul'da yeni yetişen yukarıda isimlerini saydığımız gençlerle,
onların arkadaşları ise, Abdülhamid'in istibdat idaresinden göz açarak
Recai zade Mahmut Ekrem'in etrafında bir türlü toplanamıyorlardı. Bu
sırada (Servet-i Fünun) edebî mektebi kurulmak üzere idi. Gerek
tanzimatçılardan hâlâ hayatta kalanlar ve gerekse yeni yetişen nesil
Türk edebiyatında bir yenilik yapmak, doğunun tesirinden kurtularak,
batının egemenliğine girmek istiyorlardı. Muallim Naci taraftarları ise
bunun aksi bir fikir taşıyorlardı. Onlar batının egemenliğini
kabullenmekle beraber, yıllardır devam eden Arap ve Acem edebiyatının
terkedilemiyeceğini de iddia ediyorlardı. Bunlara göre yüz yıllarca
bağlı kaldığımız doğu medeniyetini hiçe saymak, bu medeniyetten
faydalanmamak akıl kâri değildi.
İşte Mehmet Akif 14-15 yaşlarında iken İstanbul'da edebî durum bu
merkezde idi. Ortada doğu ve batı diye iki taraf vardı. Tanzimatçılardan
arta kalanlarla, yeni yetişen nesil; Muallim Naci taraftarlariyle fikir
yönünden çarpışma halinde idiler. Muallim Naci, Mehmet Akif'in
mülkiyeden hocası idi. Bu yüeden Mehmet Akif, Muallim Naci'nin tarafını
tutuyordu. O yeni olduğu halde, yenilik istiyenlere katılmadı. Yaşadığı
muhit ve gördüğü tahsil hayatı onu tabiî olarak Muallim Naci'ye
bağlıyordu. Muallim Naci, gazel vadisinde, yeni tarzda bir takım güzel
şiirler de yazıyordu. Mehmet Akif, Muallim Naci'nin yalnız gazel
vadisindeki şiirlerini taklid etti ve o şekilde şiirler yazmağa başladı.
Lâkin sonradan bu ilk yazılarını beğenmeyerek yayımlamaktan vaz geçti ve
yırtıp attı. Buna rağmen o bir türlü hocasının tesirinden
kurtulamamıştı. İstanbul darülfünununa profesör olduğu zaman bile
Muallim Naci'nin (Tevhid) adlı şiirini talebesine yazdırmış ve bütün bir
ders boyu bu şiiri açıklayarak Muallim Naci'ye olan bağlılığını ve
hayranlığını isbat etmiştir.
MEHET ÂKİF ERSOY’UN EDEBÎ KİŞİLİĞİ
Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat
bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik
Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i
Fuzuli kadar, Alexandre Dumas Fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair,
bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren manzum hikâye biçimini
kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü
edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve
gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed
Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı
oluşudur.
Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam
kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın
toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini
koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut
olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile
örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel
Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak
sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden
şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif,
Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı eserinin plansız olduğu için yeterince
başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara
eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş
izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir.
Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü
kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan
tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek
somutlukla ortaya koymuştur.
Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün
değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya
öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa
bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine
getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde
olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının
halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan
toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin
doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, edebsizliğin başladığı yerde
edebiyatın biteceği anlayışına bağlı kalarak sanat sanat içindir
görüşüne karşı çıkmış, libas hizmetini, gıda vazifesini gören bir şiiri
kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları
şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün
çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların
sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların
gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed
Âkif tarafından yazılmıştır.
Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan
gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle
görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu
dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi
kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu
aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş
olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel
bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed
Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve
kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde
görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle
bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.
Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd
mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve
şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen
destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem
taşır.
Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel
şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet,
doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî
kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan
riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi
fenalıklara şiddetle hücûm eder.
Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde
yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde
Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal
kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan
havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın,
cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi
vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da
saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri,
mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin
bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı
olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra
şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensip edinmiştir.
Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok
gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, müphem duygulardan, yüce
ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur.
Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır.
Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği
değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava
içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir.
Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya
çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi
olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk
kelimeleri bol bol yer alır.
Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama
şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri
sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri
vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan
hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır.
Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır.
Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve
yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir
anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına
rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve
sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış,
Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.
Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım
yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma)
anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç
âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan
kaçınmıştır.
Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve
çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele
almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için
çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla
başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki
Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü
hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki
Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız
kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında,
feryâd edici şiirleri vardır.
Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir
mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan
kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri
olması bakımından da Millî Şâir ismini almıştır.
S a f a h a t :
Akif'in şiirlerinden başka, telif ve tercüme, dinî ve edebî makaleleri
vardır. Edebî musahabelerinin bir kısmını Darülfünun müderrisliği
sırasında yazmıştır. Dinî yazı ve tercümelerinde bilgili, inanmış ve
idealist bir ruhun ifadesi görülür. Ekserisi Sırat-ı Müstakim'de
yâyımlanan bu yazılarından Müslüman Kadını isimli tercüme eseri, ayrıca
bir kitap halinde basılmıştır.
Fakat Mehmet Akif'i Türk edebiyatında ölümsüzleştiren en güzel eseri,
Safahat isimli büyük şiir kitabıdır.
Safahat, Akif tarafından önce yedi ayrı kitap halinde yayımlanmıştır.
Birinci Safahat'ta şairin ilk şöhretini sağlayan çeşitli şiir ve
hikâyeleri vardır.
İkinci Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde isimli, büyük, ahlâkî bir
manzumedir.
Üçüncü Safahat'ta ayet ve hadisleri tefsir yolunda dinî içtimaî, hatta
dinî-siyasî manzumelerle, Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi adlı bir şiir
vardır. Bu eserin adı: Hakkın Sesleri'dir.
Dördüncü Safahat, Fatih Kürsüsünde isimli, uzun bir manzumedir ki, yer
yer dinî bir duygulanışla, Balkan felâketini hazırlayan sosyal
yaralarımız konusunda söylenmiş, yarı didaktik, yarı satirik bir
eserdir.
Beşinci Safahat'da daha çok manzum seyahat hatıraları vardır.
Asım isimli Altıncı Safahat ise, şaire yepyeni bir şöhret hazırlamış,
ona daha edebî bir mevki sağlamıştır. Çünkü, bu büyük manzum eserde,
Akif'in Türk milletine karşı büyük imanı ve bu imanın şerefli bir
ifadesi olan Çanakkale Şehidleri için yazdığı abide şiir vardır.
Şairin Mısır'da Gölgeler adıyla neşrettiği Yedinci Safahat'ta da onun
küçük, lirik şiirleri vardır. Bülbül, Leylâ. Gece, Secde, Hicran gibi,
millî-dinî lirik şiirlerle şairin çeşitli kıtaları bu kitapta
toplanmıştır.
Akif, en güzel eseri olan İstiklâl Marşı'nı Safahat'â almamış, sebebini
soranlara: “Çünkü, o benim değil, milletimindir.”
Mehmed Akif'in hayatı, sanatı ve eserleri hakkında daha geniş bilgi
almak için şu iki eseri okumalısınız:
Fevziye Abdullah Tansel: Mehmed Akif (İstanbul, 1945);
Mithat Çemal Kuntay: Mehmed Akif (İstanbul, 1939).
İSTİKLAL MARŞININ TAHLİLİ
İstiklâl Marşı, Çumhuriyet'in ilânından önce 1921 yılında yazılmış
olmakla beraber, Çumhuriyet'i müjdeler ve millî marş olarak kabul
edildikten sonra, hemen her gün tekrarlandığı için, Atatürk ile beraber
Çumhuriyet devrinin sembolü olur.
Bu devirden sonra yetişen bütün nesillerin daha ziyade merasim
dolayısıyla kendisine has bestesi ile söyledikleri bu marş, şiir olarak
da üzerinde durulmaya değer.İstiklâl Marşı'nı değerlendirirken,
yazıldığı devri göz önünde bulundurmak lâzımdır. Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin 12 Mart 1921 tarihinde dört defa ayakta dinleyerek İstiklâl
Marşı olarak kabul ettiği bu şiir, o yılların kutsal ve heyecanlı havası
ile doludur. Onu o devir Türk edebiyatının en büyük sairlerinden biri
olan Mehmet Akif yazmıştır. Mehmet Akif bugün, şiirlerinde sosyal
duyguları anlatan, söylediklerini gerçekten duyan bir şairdir. İstiklâl
Savaşı'na bütün varlığı ile katılan Akif, bu savaşa iştirak edenlerin
duygu ve inançlarına bizzat sahip olduğu için, onlara en iyi tercüman
olmuştur. Şiiri söyleyen Akif olmakla beraber, aslında o, kendi beni ile
birleştirdiği Türk milletinin duygu ve inancını dile getirir. Burada
Akif'in yaptığı,o yıllarda en olgun seviyeye ulaşan şiir kudretiyle bu
ortak imana, bütün milletin benimseyebileceği bir şekilde üslûp ve ifade
vermek olmuştur.
Bazı kelime ve mısralardan da anlaşılabileceği üzere, o tarihte henüz
İstiklâl Savaşı kazanılmamıştır. Türk ordusu bu şiir yazıldıktan bir yıl
sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı Büyük Taarruz'a geçer.
Düşman karşıda bulunduğu için ordu ve millete cesaret vermek isteyen
şair, manzumesine "Korkma!" kelimesiyle başlar.
"Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın;"
mısraları da ümitle bekleyişi ve geleceğe imanı gösterir. Şiirde şanlı
mazi ve ebedî bir istikbal fikrine de yer verilmekle beraber, yaşanılan
zaman, kan ve barut kokusuyla dolu olan hâlihazırdır.
İstiklâl Savaşı, Türk milletinin ölüm-kalım savaşıdır. Böyle yıllarda
milletler kendilerini yaşatan temel kıymetlerin farkına varırlar. Vatan,
millet, hürriyet ve istiklâl gibi kavramların önemi, barış devirlerinde
pek anlaşılmaz. Hatta onları umursamayanlar bile çıkar. Fakat bir
milleti ölüm ile karşı karşıya bulunduran savaş, onların ne kadar hayatî
olduğunu kuvvetle hissettirir. Bunlar öyle kıymetlerdir ki, onlar
olmadan yaşayamaz. Bundan dolayı millet, onlar uğruna ölümü göze alır.
Binlerce insan onlar uğruna öldüğü, yaralandığı veya sakat kaldığı için
kutsal bir değer kazanırlar.
Akif, İstiklâl Marşı'nda Türk milletinin ne için savaştığını, neye
inandığını açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuştur. Şiirde bu
değerler, bazen sanatkârane bir ifadeye bürünmüşlerdir. Şiiri tahlil
ederken bunlar üzerinde de durarak mana ve fonksiyonları açıklanacaktır.
Birinci dörtlükte bahis konusu olan "al sancak"tır. Al sancak, Türk
milletinin sembolüdür. Burada şair, fikrini anlatırken onun uyandırdığı
hayal ve çağrışımlardan da faydalanmıştır. Türk bayrağının al rengi
şairde bir alev intibaı uyandırmıştır. Bu alev "sönmez" Zira onun
çıktığı kaynak her Türk ailesinin evinde yanan ocaktır. Yurdun üstünde
tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın alevi bu şafaklarda
dalgalanacaktır. Akif, bu benzetmeyle "bayrak" ile "millet" arasındaki
bağlantıyı sanatkârane bir şekilde ifade etmiştir.
Türk bayrağında dikkati çeken ikinci sembol yıldızdır. İkinci beyitte
şair, bu yıldız ile gökteki yıldızı birleştirir. Gökteki yıldıza
kimsenin eli dokunamayacağı gibi, "Türk milletinin yıldızı" olan al
bayrağın yıldızına da kimse el süremez. Yıldız kelimesi, aynı zamanda
kader, talih manalarına da gelir, Akif'in bu hayallerle belirtmek
istediği, Türk milletinin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete
"Korkma!" derken böyle bir inançtı dayanır.
İkinci dörtlükte Türk bayrağının üçüncü sembolü olan "hilâl" den hareket
edilmiştir. Hilâl kelimesi eski Türk edebiyatında sevgiliye benzetilir.
Türk bayrağındaki ay (sevgili) tehlikeler içinde bulunduğu ve kendisini
sevenlerden fedakârlık beklediği için. kaslarını çatmıştır. Eski Türk
edebiyatında sevgilinin kaşı umumiyetle aya benzetilir. Şair burada,
vatanın timsali olan sevgiliye (hilâle) gülmesi için yalvarır. Bu
millet, onun uğruna on binlerce şehit vermiştir. Yoksa o dökülen
kanlarını helâl etmez.
"Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâl"
mısraında "Hak" kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birinci manaya göre
Hak, Tanrı manasına gelir. Müslüman olan Türkler ona taparlar. Hak
kelimesinin öteki manası hak-hukuk deyiminde görüldüğü üzere, adalet ile
ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş, fedakârlık veya durum
karşılığı alınması gereken paydır. Akif bu beyitte İstiklâl kavramı ile
Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet kurmaktadır.
İslâmiyetin en mühim yönlerinden biri, adalete üstün bir değer
vermesidir. Hak kelimesinin iki veya üç mana ka zanmasının sebebi budur.
Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulundukları takdirde
istiklâle hak kazanırlar. Bahis konusu mısra böyle bir inanca dayanıyor.
Üçüncü kıt'ada "hürriyet" kavramı bahis konusudur. Burada şair "ben"
kelimesini kullanmakla beraber, kastolunan Türk milletidir. Şair, burada
Türk mîlletini konuşturmaktadır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamış
ve hür yaşamaya alışmıştır. Ona zincir vurulamaz. Böyle bir şey
yapılmaya kalkıldığı takdirde, o, sel gibi taşarak, bendini çiğner ve
aşar. Anadolu Türk devleti gerçekten de 1071 Malazgirt Zaferi'nden
bugüne kadar daima hür ve müstakil olmuştur. Hür yaşamak, Türk devlet ve
milletinin varlığı ile birdir. Ondan mahrum kalmak bundan dolayı ona
ağır gelir, onu çıldırtır. Bu parçada millî bir değere bağlı olan millî
iradenin gücü, tabiattan alınan benzetmelerle ifade olunmuştur.
Hürriyetin başlıca özelliği sınır tanımamaktır. Yahya Kemal de, Açık
Deniz şiirinde Türk milletinin hür yaşama iradesini coşkun deniz sembolü
ile anlatır.
Dördüncü kıt'ada savaşan iki taraf, Türk milleti ile düşmanlar mukayese
edilmiştir. Garp (Batı) maddî silâhlarının üstünlüğüne güvenerek
Türkiye'ye saldırmıştır. Düşmanların bu maddî üstünlüklerine karşı,
Türklerin hiçbir şey ile sarsılmayan "iman"ları vardır, îman, insanın
taşıdığı manevî inançların bütünüdür. İnsanı üstün kılan maddî gücü
değil, îmanıdır. Zira îman olmazsa maddî güç, başarı kazanamaz. Manevî
değerlere dayanmayan maddî güç, insanî bir değer taşımaz.
Şair, hiçbir hakkı olmadığı hâlde başka milletlere saldıran sözde medenî
Batı'yı "tek dişi kalmış canavar"a benzetiyor. "Tek dişi kalmış"
demesinin sebebi, onun dehşet verici gözükmesine rağmen, eski gücünü
kaybetmiş olmasıdır. Burada bütün vahşîliğine rağmen, kendisini "medenî"
diye tanıtan Batı ile bir alay da vardır. Devletler sadece maddî
güçleriyle üstün gelmezler. Tarihî olaylar bunu göstermiştir. Sömürgeci
Batı'ya karşı, başta Türkler olmak üzere ezilen bütün milletler isyan
etmiştir ve Batı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra üstünlüğünü
kaybetmiştir. Bu bakımdan Mehmet Akif'in onu "tek dişi kalmış bir
canavar"a benzetmesi yerindedir.
Bu parçada "ulusun..." kelimesi bazıları tarafından yanlış olarak "ulu"
(büyük) kelimesiyle karıştırılmaktadır. Burada "Medeniyet dediğin tek
dişi kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık korkulacak bir
taraf kalmamıştır" demek istemiştir.
Beşinci kıt'ada düşmanla savaşan askere hitap ediliyor. Ordu dayanırsa
zafer muhakkaktır. Bu parçada geleceğe büyük bir inançla bakılmaktadır.
Tanrı, Türklere (Müslüman) ebedî bir hayat vadetmiştir. İstiklâl
Savaşı'nın kazanılmasında dinî inancın büyük rolü olmuştur. Bunu o devre
ait pek çok vesikadan anlamak mümkündür. Akif, burada Türk milletinin
inancını dile getirmektedir. Akif‘in kendisi de vatanına çok bağlı bir
Müslümandı. İslâmiyet, iyimser bîr dindir. Ona iman edenler ebedî bir
hayata kavuşurlar.
Altıncı kıt'ada "vatan" bahis konusudur. Dış görünüşü bakımından vatan
bir "toprak" parçasıdır. Fakat bu toprak parçası, milletin tarih ve
hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal kılan maddî yönü değil, millet ve
tarih ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce şehit tarafından
kazanılmış ve korunmuştur. Bundan dolayı, ona bakarken toprağı değil,
ona gömülü olan şehitleri görmelidir. Dünyada hiçbir şey vatan kadar
kutsal ve değerli değildir.
Yedinci parçada yine "vatan" kavramı bahis konusudur. Burada da vatan
ile şehitler (şühedâ) arasındaki münasebet üzerinde durulmuş, son
beyitte vatana bağlılık duygusu başka bir şekilde anlatılmıştır. Bir
insan için en büyük yoksulluk, vatanından uzak (cüda) kalmaktır. İnsan
kendi canını veya sevgilisini kaybederse, vatan ve milletin var olacağı
düşüncesiyle teselli bulur. Vatanını kaybederse, milletinin varlığı da
tehlikeye düşer.Burada vatanın can ve canandan (sevgiliden) da üstün bir
değer taşıdığı inancı vardır. İnsan, böyle bir inanca sahip olmazsa
vatanı için ölümü göze alamaz.
Sekizinci ve dokuzuncu kıt'alar birbirine bağlıdır. Burada "din" bahis
konusudur. Akif'in bir Müslüman olarak Tanrı'dan istediği en büyük şey
mabedine yabancıların el dokundurmaması ve dinin temeli olan kıymetlere
şahadet eden ezanların yurdun üzerinde ebedî olarak işitilmesidir."Bu
ezanlar ki şahadetleri dinin temeli" mısraında "şahadet" kelimesi
şahitlik manasına geldiği gibi ezanda geçen "Eşhedü en lâilâhe illallah,
Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü" cümlelerine de tekabül eder.
Bunlardan birincisi "Şüphesiz bilirim, bildiririm, Allah'tan başka
tapacak yoktur", ikincisi "Şüphesiz bilirim, bildiririm, Muhammed
Allah'ın elçisidir" manalarına gelir. Bir kimsenin Müslüman olabilmesi
için "Kelimeişahadet" denilen bu cümleleri tekrarlaması ve onlara
inanması lâzımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile
İslâmiyetin temelini teşkil eden bu cümleler tekrarlanır. Elin
başparmaktan sonra gelen parmağına şahadet parmağı denilir.
Konuşamayacak olan hastalar içlerinden dua ederken şahadet parmaklarını
kaldırırlar. Minareler, göklere uzanmış şahadet parmağına benzer. Akif,
şiirinde buna da telmih ediyor. Açıkça söylemeden herkesin bildiği bir
şeyi sezdirmeye "tevriye" adı verilir. Akif'in bu mısraında "telmih" ve
"tevriye" sanatları vardır.
İstiklâl Savaşı'nda din duygusunun önemli bir rol oynadığını
söylemiştik. Türk tarihinde "din", "vatan", "millet" ve "istiklâl"
duyguları yüzyıllar boyunca birbirine bağlı olarak yaşamış ve
gelişmiştir. Akif'in anladığı ve Safahat'ta ortaya koyduğu İslâm dini,
en yüksek kıymetlere dayanır. Gerçekten de Türk devletinin var olmasında
İslâmiyetin büyük rolü olmuştur. Onun temelindeki "birlik" (vahdet),
"hak" (adalet), "ezeliyet" ve "ebediyet" fikri "devlet-i ebed-müddet"
veya ölmezlik inancını doğurmuştur.
Dokuzuncu parçada konuşan şehittir. Din uğruna savaşan asker, kendi
Öldükten sonra ezan seslerini işitirse, mezarından kalkarak, yarasından
kanları aka aka, her şeyden soyunmuş bir ruh gibi göklere yükselir ve
başı arşa değer. İslâm dinine göre şehitler doğrudan doğruya cennete
giderler. Bundan dolayı, onlar din ve vatan uğruna ölmekten korkmazlar.
Onuncu ve sonuncu parça, şiirde ortaya konulan fikir ve inançların bir
nevi özetidir. Burada da milletin ölmeyeceği, ebedî olarak yaşayacağı
inancı vardır.
İstiklâl Marşı'nda bazı duyguları kuvvetli olarak belirtmek maksadıyla
kullanılan benzetmeler, halkın zevkine uygundur ve bizde süslü, yapmacık
tesiri uyandırmazlar. Şiir, dil ve üslûp bakımından umumiyetle sadedir.
Aruz veznine kuvvetle hâkim olan Akif, mısralarına bir konuşma ve
hitabet edası vermiştir. Başka şiirlerinde nesre yaklaşan Akif, burada
kıt'aların dört mısraını da kendi içlerinde arka arkaya gelen dört
sağlam kafiyeye oturtmak suretiyle muhtevaya uygun, basit olmakla
beraber, kuvvetli bir ahenk sağlamıştır. Bunu yaparken belki de halkı ve
Mehmetçik'i düşünmüştür. Dil ve şekil bakımından şiire hâkini olan
düşünce; kuvvet, güven duygusu, sağlamlık ve sadeliktir. Bunlar Türk
halkı ve askerinin temel vasıflarıdır.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan. Türk Edebiyatı, Aralık 1986
SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDEN
Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya... HÜrriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hulya ile, gözler kızgın;
Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehr ahalisini takmış peşine;
Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli,
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak
-Yaşasın
-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
-Şak! Şak! Şak!
Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş!
Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir, zabıta yok, rabıta yok;
Aksa kan sel gibi, dindirecek vasıta yok.
"Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı"
Diye mekteblilerin mektebi tekmil kapalı!
İlmi tazyik ile ta'lim, o da istibdad
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen azad.
Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan...
Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan.
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.
Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine
Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine.
Türlü adlarla çıkan namütenahi gazete,
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit
Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it
Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor.
Kadın erkek koşuyor borc ederek Avrupa'ya...
Sapa düşmekte bizim şıklara, zannım Asya.
Hakka tevfiz ile üç dane yetişmiş kızını,
Taşıyanlar bile varmış, buradan baldızını...
Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek...
Yük ağır, ecri de nisbetle azim olsa gerek.
ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE
Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.
"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
NECİD ÇÖLLERİNDE
Ya Nebi! Şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harim-i pakine can atmak istedim durdum
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum
"Tahammül et" dediler…Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak
Önümde durmadı artık, ne hanuman ne ocak
Yıkıldı hepsi.. Ben aştım diyar-ı Sudan'ı
Üç ay "Tihame!" deyip çiğnedim beyabanı
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada
Yetişmeyeydin eğer, ya Muhammed, imdada
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin
İradem olduğu gündür senin iradene ram
Bir an için bana yollarda durmak haram
Bütün heyakili hilkatle hasbihal ettim
Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü
Nucuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azabı hecrine katlandım elli üç senedir
Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?
Beş-altı sineyi hicran içinde inleterek
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikaabını kaldır mezar-ı pakinden!
Bu hasta ruhumu artık kayırma hakinden!
Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Resulallah!
HASTA
"Vak’a Halkalı Zirâ’at Mektebi’nde geçmişti"
- Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet ? (1) Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,
Ameliyata çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi ? Dedim "Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum , hadi söz dinle de bir parça uzan."
O zamandan beridir za'fi terakki ediyor;
Görünen : bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş ; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Oluyormuş biraz dindiği
- Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu
Bana ihtara ne hacet , a beyim. Simdi bunu ?
Maamafih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat' i verelim, etmeye gelmez acele.
- Çağırın hastayı gelsin.
- Kapının perdesini,
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk.. Lakin o bir levha idi..!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedi,
Rengi uçmuş yüzünün , gözleri çökmüş içeri.
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı , damarlarla beraber çıkmış,
Bet-beniz kül gibi olmuş uçarak nur-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş , bitâb !
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa yük gibi kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
- Otur oğlum seni dikkatlice bir dinleyelim …
Soyun evvelce , fakat …
- Siz soyunuz yok halim!
Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden , o zaman
Aldı bir heykeli uryân-i sefalet meydan (2)
Yok bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti :
" Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki " diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştım biraz dinlemeye:
Öksür Oğlum … Nefes al…Oldu , giyin;
Bakayım nabzına... A’ la... Sana yavrum, kodein
Yazayım , öksürüyorsun, O , keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al , söylerim eczacı verir.
Hadi git, kendine iyi bak…
- Nasıl ettin doktor ?
- Edecek yok , çocuk artık yola girmiş, gidiyor !
Sol taraftan rienin zirvesi (3) tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabiisini almış yürümüş.
Devri salisteki asarı o mel'un marazin (4)
Var tamamıyle , değil hiçbir eksik arazin.
Bütün a'raz, sehikiyle, zefiriyle…(5)
- Yeter !
Hastanın çehresi meydan da ! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey.. O değil , lakin biz
Bunu " Tebdil-i hava " derde nasıl göndeririz ?
Surda üç-beş günü var.. Gönderelim Yolda ölür….
" Git ! " demek , hem, düşünürsek ne büyük bir zuldür !
Hadi göndermeyelim .. Var mı fakat imkanı ?
Kime dert anlatırız ? Bulsan a derdi anlayanı !
- Sözünüz doğru , Müdür bey ; ne yapıp yapmalı ; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim , pek pek ,
Daha bir hafta yasar , sonra sirayet de olur ;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma'zur.
- Bir mübaşşir çağırın.
- Buyrun efendim.
- Bana bak :
Hastanın gitmesi herhalde muvafık olacak.
" Sana tebdil-i hava tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın.." diye bir fikrini sor.
" İstemem !" de o fakat dinleme , iknaa çalış ;
Kim bilir , belki de biçare çocuk anlamamış ?
- Şimdi tebdil-i hava var mı benim istediğim ?
Bırakın halime artık beni , rahat öleyim !
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep , üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar ? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden.
" Öleceksin !" diye koğmak ? Bu koğulmaktır. Ben ,
Kimsesiz bir çocuğum nerde gider yer bulurum ?
Etmeyin sokaklarda perişan olurum !
Anam ölmüş babamın bilmiyorum hiç yüzünü ;
Sanki atideki mevhum refahım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar , içinden çekecek !
Kardeşim kurduğun amali devirmekte ölüm ;
Beni göm hurfe-i nisyana , (6) ben artık öldüm !
Hangi bir derdim için ağlıyayım , bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz ; mağdurum !
O kadar sa'y-i beliğin (7) bu sefalet mi sonu ?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu ,
Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim,
Ben bu müstakbele mazimi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak , Yarabbi ,
Koğuyorlar beni bir sail-i avere (8) gibi !
- Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
" İstemem yollamayın " dersen eğer, kal, yalnız..
Hastasın..
- Hem Verem'im! Söyle, ne var saklayacak !
- Yok canim , öyle değil…
- Öyle ya herkes ahmak,
Bırakırlar mi , eğer gitmemiş olsam acaba?
Doğrudur gitmeliyim.. Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refikin koluna
Dayanıp çıktı o biçare , sefalet yoluna.
Atarak arkaya bir lemba-i lebriz-i elem , (9)
Onu teb'id edecek paytona yaklaştı " Verem"!
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i matem (10) dökerek gözlerini;
- Çekiver doğruca istasyona ….
- Yok, yok, beni ta,
Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; guraba, (11)
- Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada -
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!
İSTİKLÂL MARŞI
- Kahraman Ordumuza -
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakkı'ın
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Ruhumun senden, İlâhi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar - ki şahâdetleri dinin temeli -
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder - varsa - taşım,
Her cerîhamdan, İlâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!
|