17
AĞUSTOS 1999 DEPREMİ VE GİZLENEN GERÇEKLER
"BULGULAR
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 76 yıllık tarihinde Rütbe Devir-Teslim
Törenleri Uluslar arası olmamasına rağmen İsrail’li Subaylar neden
geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 76 yıllık tarihinde, İsrail’li
Subayların TSK devir teslim törenlerinin hiç birine katılmamışlar iken,
neden 17 Ağustos 1999 tarihindeki Donanma Komutanlığı’nın devir teslim
törenine katıldılar.
Ruslar’ın yardım için gelen gemisi neden boğazlardan içeri
alınmadı.(Çünkü Ruslar ABD ve İsrail’in TESLA Deprem Makinesini
denediğini anlamıştı ve kanıtlar olabileceği düşüncesi ile Gölcük’e
acilen bir gemi göndermişlerdi fakat patlama sonucunda cesetler ve
makine parçalarının açığa çıkması sebebi ile bunları birilerinin
görmesini istemiyorlardı.)
Gölcük’ten İstanbul Avcılar’a kadar geniş bir alanda insanlarımız
tarafından görülen “Ateş Topu”nun ne olduğunun hala açıklanamaması. (HAARP-TESLA
Makinesi sayesinde iyonosfer tabakasından yeryüzüne yansıtılan ışık)
Depremde görülen bu “Ateş Topu”nun, bilim adamlarının “Deprem Işıması”
olduğunu söylemelerine rağmen, neden diğer depremlerde benzeri bir ışıma
yaşanmamıştır.
Furkan Dergisi Temmuz 1999 sayısında, yer alan ifadeler aynen şöyledir.
“Mesela basına verilmeyen, ancak istihbarat kapsamında edindiğimiz
bilgilere göre, Gölcük askeri tesislerinde oldukça garip olaylar meydana
gelmektedir. Kapılar kendi kendine açılmakta, mühimmat depoları içinde,
siyahi ziyaretçiler görülmekte, arabalar durduk yerde çalışmakta..”
Depremden sonra bir çok teoriler ortaya atılmıştı fakat içlerinde en
ilginç olanı Future Times’da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan
hikaye şöyleydi : Kaliforniya San Andreas fay hattında meydana
gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar
vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem
oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan
patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler halinde dönüştürmenin
yolunu bulmuştu. Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bilimadamı mucit
Nicola TESLA tarafından geliştirilen bu “düşük frekanslı elektromanyetik
ışınımla yüksek enerji nakli” tekniğini, hem Ruslar hem de Amerikalılar
uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu
yöntemle çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat
yapabileceklerdi.
ARAŞTIRMA : (ABD'nin üçüncü uzay teleskobu Chandra'yı yörüngeye taşıyan
Columbia uzay mekiği 23 Temmuz 1999 tarihinde Kennedy üssünden Türkiye
saatiyle 07:31’de fırlatıldı.NASA tarihinde ilk kez kadın pilot Eileen
Collins'in komutasında uzay görevine başlayan Columbia fırlatıldıktan
birkaç saat sonra Chandra X-ray teleskobunu yörüngeye bıraktı. Bu
teleskop kara delikleri, çarpışan galaksileri ve supernovaların
kalıntılarını incelemek için kullanılacak. Kasım 1998'den beri ertelenen
görev, sadece bu hafta iki kere ertelenmişti).
ABD dünyanın ve kendi insanlarının tepkisini almamak için bu projeyi
barışçı “deprem indirgeme” sistemi diyerek, bir yandan tepkileri azaltıp
diğer yandan fonlama devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu. Bu nedenlerle
proje önce Avustralya’nın çıplak ve seyrek nüfuslu kırsal bölgelerinde
denendi ve geliştirildi. Daha sonra değişik zamanlarda Kafkaslar’da,
Okyanus tabanında ve Güney Amerika’daki Ant dağlarında denendi ve büyük
aşama kaydetti.
Bu arada Türkiye, Japonya ve benzeri deprem kuşağındaki ülkelere sismik
ağ şebekeleri kurularak bu bölgelerin tektonik verileri saniyesi
saniyesine devasa bilgisayarların kayıtlarına gönderilmeye başlandı.
Üniversitelerle ortak projeler geliştirildi, yüzlerce bilimadamına
Amerika’da deprem konusunda araştırma yapma bursu verildi. Ancak
projenin gizliliği esastı. Bu nedenle tüm ilişkiler paravan araştırma
kurumlarında yürütülüyordu. Ancak zaman zaman bilgi sızıntısına imkan
verilerek halkın bu konu hakkında bilgi sahibi olması istendi. Kobe’de
ve başka yerlerde meydana gelen depremlerin arkasındaki gariplikler
çıkar gruplarınca terör ve mafya örgütlerinin işi gibi gösterilmek
istendi ve bunda da başarılı olundu.
Ve gün geldi bu sistem Türkiye’de denenmek istendi. Zaten bölge bu
amaçla yıllardır sismik espiyonaj altındaydı. Nitekim gelişmeleri takip
edenler, depremden hemen sonra, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın
girişimleriyle Türk Telekom’un Türkiye’nin sismik bilgilerini Pentagon’a
ileten NATO Üssü’nün iletişimini nasıl kestiğini hatırlayacaklardır.
ABD’nin asıl hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde edeceği
tecrübe ve bulguları,Kaliforniya San Andreas fay hattına uygulamaktı. Bu
iş yine çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından yürütme işi İsrail’li
uzmanlara verilmişti. Gerekli makine ve donanım gizlice denizaltılarla
Gölcük Üssüne getirilerek oradaki, yeraltı-denizaltı korunaklarına
kuruldu. Türk makamları durumdan detay bazda haberdar değillerdi. Bunu
İsraillilerle yürütülen askeri tatbikatın bir parçası olarak
düşünüyorlardı. (Zaten İsraillilerle yapılan askeri tatbikat bu
operasyon doğrultusunda önceden planlanmıştır. Çünkü dünyanın ve Türk
Milletinin dikkatlerini çekmemek için tatbikat adı altında HAARP-TESLA
Deprem Makinesini getirip rahatça kurdular.) Böyle bir makinenin
deneneceğini zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genel Kurmay Başkanı
biliyordu, fakat ABD (Siyonistler tarafından yönetiliyor) ve
İsrail’liler (Siyonistler) bizimkileri makinenin denenmesi için şu
şekilde ikna ettiler : olası İstanbul merkezli bir depremde 100.000
kişinin ölümü, yüz milyar doları aşan maddi kayıp ve Türkiye’nin en az
25-30 yıl geri gitmesi demektir, diyerek bizimkileri ikna ediyorlar.
İsrailliler Amerikalı’larla gece şartlarında elektro-sismik haberleşme
tatbikatı yapacaklardı. Deney başarılı olacağından sonunda kimse normal
dışı bir şeyin olduğunu farketmeyecekti. Bu amaçla Gece Şahini
Tatbikatı’nın (Operation Night Hawk) saat 03:00’te başlaması planlandı.
Gece saat tam 03:00’te düğmeye basılacak ve Gece Şahini devreye
girecekti. O an uzay filmini andırır devasa cihazlar çalışmaya
başlayacak ve 1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle
Marmara’nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp,
aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı. Böylece büyük bir deprem
önlenmiş olacaktı. Ama o gece sabaha karşı birşeyler yanlış gitti. Ve
beklenen gerçekleşmedi. Herşey bir anda olup bitmişti. Cenab-ı Hakk’ın
Doğası kendini yönetmeye kalkanlardan bir kez daha intikam almıştı. 45
saniye süren deprem, beklenenin 10,000 kat üstünde bir güçle gelmişti.
Her yeri bir anda yerle bir etmişti. Zayıflayan ve titreyen elektrikler
az sonra geri geldiğinde, gece saat 03:05’i gösteriyordu. Daha birkaç
dakika öncesine kadar korunağın içinde ŞAMPANYA patlatmayı bekleyenler,
şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta duruyorlardı. Kimsenin
ağzını bıçak açmıyordu. On binlerce insan, çoluk çocuk, o an enkaz
altında can çekişiyor veya cansız yatıyordu. Bu düşünce ile hepsi
ürperdi. Bu asrın en büyük felaketiydi; hem de insan eliyle yapılan bir
felaket...
Sessizliği İsrailli komutanın buz gibi emri bozdu: “Lets pack! We’re
moving out! Call operation-Q! Right now! Immediately! Stop whinning!
Move, move, move!” (Toplanın! Kaçıyoruz! Q planına geçiyoruz.
Şimdi..Hemen! Hadi, hadi!!!)
İşte o andan sonra çantalardan çıkan “Q planı” çalışmaya başladı. İlk
önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi felç edildi. 4 dakika
içinde İsrail Başkanı Barak ve ABD Başkanı Clinton ile irtibat kuruldu.
O anda İsrail’de Ben Gurion’un Lod askeri havaalanından 4 adet savaş
uçağı eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanıyordu. 2 dakika sonra da İsrail
Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı’na bağlı tüm
birlikler DEFCON-4 acil durumuna geçirildi. Amerikan 6’ncı filosuna
bağlı gemiler de rotalarını İstanbul’a çevirmek için Pentagon’dan emir
aldılar.
Bu arada ilginç bir şey daha olmuştu. Depremle ilgili haberler birbiri
ardına gelirken, bir haber önce görünüp sonra kayboldu. 20 Ağustos Cuma
akşamı televizyonlar bir İsrail uçağının Ataköy açıklarında denize
düştüğünü duyurdu. (bu bize Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ki, bu olayları
kimin yaptığını anlamamız için işaretler gönderiyor) Ancak bir süre
sonra haber kesildi ve uçağın akıbeti ile ilgili bir daha haber
alınamadı.
Olaydan bir gün sonra Deniz Kuvvetleri’nden bir dostum beni aradı ve bu
olayda birtakım soru işaretleri bulunduğunu, bu konunun perde arkasını
araştırmamı rica etti. Kısa sonra ulaştığım bilgiler, gerçekten
ilginçti. Uçak, düştükten kısa süre sonra teknesiyle o sırada Ataköy
açıklarında olan balıkçı Abdullah KAPLAN tarafından kurtarılmıştı.
Abdullah Kaplan olayı şu şekilde anlatmıştı : “Uçağın düştüğünü görünce
derhal yardıma gittik. Uçağın kanatları yara almıştı. Hemen uçağı
bağladık ve Zeytinburnu limanına çektik. Teşekkür beklerken küfür yedik.
Ne olduğunu bile anlamadık.”
Bu konu o gece o bölgede görev yapan Sahil Güvenlik 4. Botunun
sorumluluk alanındaydı. Araştırmalar Sahil Güvenlik’in bu konuyla
ilgilenmediğini ortaya çıkardı. Olay yerine gelen televizyon ekipleri
ise şaşırtıcı bir şekilde çekim yapmaktan vazgeçmişlerdi.
[patronlarından (İsrail-Siyonistler) aldığı emir gereği] Daha sonra
uçağı Zeytinburnu’na yanaştıran balıkçı Abdullah Kaplan, olayı
Kumkapı’daki Gümrük Muhafaza’ya iletti.
Kısa süre sonra tutanak tutuldu. Ancak Gümrük Muhafaza da tutanak
tuttuğuna pişman oldu.Uçağın sahibi İsrail asıllı biriydi. O gece ne
olduğu ise bir türlü anlaşılamadı.
Deprem için 1900’lerin başından beri Nicola TESLA adındaki Sırp asıllı
bir bilimadamının buluşu olan “elektromanyetik endüksiyon tekniği” (TESLA
Makinesi) kullanıldı. Makinenin ABD Kaliforniya San Andreas fay hattında
olacak muhtemel bir deprem öncesi kullanılması düşünüldü. (ABD’lilerin
asgari zarar ve ölümlerinin azaltılması için bazı denekler gerekiyordu,
onların gözünde bir hayvandan bile daha değersiz olan bizim gibi
insanlar üzerinde denenmesi normaldi.) Neden Türkiye diye soracak
olanlar için ise; - Türkiye de ne yaparsan yap kimsenin umurunda olmaz,
birkaç tane yetkiliyi ikna ettikten sonra her türlü deneyi
yapabilirsiniz, bilinçli insan sayısı azdır, genelde okumamış cahildir,
araştırmazlar kadercidirler, Kaliforniya San Andreas fay hattının
dünyada tek eşi benzeri özelliklere sahip olan ikiz kardeşi Kuzey
Anadolu fay hattıdır, karakterleri aynıdır.
Ancak ABD-İsrail’in bölge ile ilgili bu hareketliliği ne kadar gizli
olursa olsun bazı kaynaklara sızmasını engelleyemedi. Kanadalı bir
bilimadamı her nasılsa bu gizli verilere ulaşarak, bölgede bir deprem
olacağını ve bunun için bölgenin takip altına alındığını anladı. Ve bunu
kendi amaçları doğrultusunda yaklaşık 48 gün ve 240 km hata ile
yayınladı. Ancak ne bu bilimadamına, ne de yayınına daha sonra nedense
kimse dikkat etmedi.
Gölcük Donanma Komutanlığı’nda görevli asker, astsubay ve subaylar,
Donanma karargahında garip birşeyler olduğunu farketmişlerdi. Bu konuyla
ilgili bilgiler de nasıl olduysa yukarıda ismini zikrettiğimiz dergide
yer almıştı. Peki İsrail askerlerinin bu projedeki yeri neydi? İsrailli
askerler ve üst düzey subaylar o gece Gölcük’te ne arıyorlardı? Bu devir
teslim töreni her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi. Uluslar arası
bir kimliği yoktu. Ama İsrailli subaylar ve üst düzey yetkilileri
oradaydı! Peki ne arıyorlardı Gölcük’te?
Bunun nedenini şimdi daha iyi kavrayabiliyoruz. Çünkü bu proje İsraile
ihale edilmişti. Bizimkilerin ise bir şeyden haberi yoktu
(Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı hariç). Bize güvenen de
yoktu zaten. Ancak o gece nedense hiç kimse İsraillilere, bugüne kadar
hiç katılmadıkları bu devir teslim törenine neden katıldıklarını
sormadı. Ya şaşkınlıktan ya da telaştan, enkaz altında kaç İsrail
askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da soran olmadı. O felakette kaç
İsrail askerinin öldüğünü ne Genelkurmay yayınladı ne de İsrail böyle
bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu. Herkese verdikleri imaj ise
oraya bize yardım için geldikleri şeklindeydi. Hemen bir hastane
kurdular. Yaralarımızı sarmaya yardımcı olmak için daha sonra o bölgede
bir yerleşim merkezi kuracaklarını açıkladılar. (İsrailliler bizim kara
kaşımıza kara gözümüze mi hayranlar, bizi çok mu seviyorlar, bizi çok
sevdikleri için mi Türkiye’nin doğusunu kendi toprakları olarak
gösteriyorlar. Arz-ı Mev-ud, Vaad edilmiş topraklar Büyük İsrail
Devleti). Esas amaçları enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri
malzemeleri çıkararak götürmekti. Gerisi paravan operasyondu. Bizde “Bak
şu İsrail’e, helal olsun, hemen yardımımıza koştu” diyerek sevindik.
Bu operasyon neden gündüz değil de gece olmuştu? Çünkü olacakları
kimsenin görmemesi ve gözlemci riski ise en az düzeyde olduğu için gece
oldu. Gece saat 03:00’te operasyonun başlaması için yeşil ışık yakıldı.
TESLA Cehennem makinesi yer altındaki sığınakta ve deniz altında
çalışmaya başlamıştı. En geç 1-2 dakika içerisinde gücü en üst düzeye
ulaşmış olacaktı. Aynen de öyle oldu. Makine gürültüyle enerji toplamaya
başlamıştı. Bu sırada, Avustralya’da ve Okyanusta bu tür suni depremler
öncesinde görülen elektrik boşalması, hava yarılmasından oluşan ışıklar
ve patlamalar oluştu atmosferde. Ve arkasından da makinenin boşalması
ile birlikte yer yarıldı ve oluşturulan enerji doğaya aktarıldı.
Ancak hesapta doğanın (Cenab-ı Allah’ın) oyunu yoktu. Oluşan deprem hem
beklenenden çok uzun süreli, hem de çok daha güçlü çıktı. Şiddeti 7.4’e
ulaştığında Amerika’da aletler 7.8’i gösteriyordu. Ve büyük bir
patlamayla her şey kontrolden çıktı. TESLA deprem makinesi, depremin
enerji gerilimine dayanamayıp parçalandı ve ortaya çıkan güç yeraltında
muazzam bir patlamaya neden oldu. Ve bu yer altı labaratuvarının tam
üstündeki, herşeyden habersiz uyuyan yüzlerce askeri barındıran ve 8
şiddetindeki depreme dahi dayanıklı olması gereken askeri tesisler
un-ufak olarak dağıldı. (demek ki deprem 8’den daha şiddetli oldu)
(ABD’li ve İsrailli Siyonistler bir insan olarak Cenab-ı Allah’ın doğa
olaylarına karışamayacaklarını anlayamamışlardı,)
Bir tedbir olarak tüm bölge ve hatta bütün İstanbul 4 saat süreyle bir
haberleşme ablukası altına alındı. Elektrikler kesildi ve telefonlar
iptal edildi. Kimsenin birbiri ile haberleşmesi istenmiyordu.
Cumhurbaşkanı dahi sabahleyin “benim de telefonlarım kesikti”
(Türkiye’de bütün her yerin telefonları dahi kesilse önemli kurumların
kesilmez çünkü uydu telefonları vardır. Ama uydu iletişimini dahi
kestiler) şeklinde garip bir açıklama yapacak ve biz de buna bir anlam
veremeyecektik. Demirel tam bir şaşkınlık içindeydi. (Cumhurbaşkanı’nın
şaşkınlığı normaldir çünkü o na böyle bir şeyin olacağı ihtimali
söylenmemişti. Bu olay duyulur ise Türk halkına nasıl izah edeceğini
bilmediği için şaşkınlık içinde idi.) (Hoş bu olay ortaya çıksa bile bu
olayı terör örgütü veya mafyanın yaptığı açıklaması yapılacaktı.)
Ne yapacaklarını bilmedikleri için ne Cumhurbaşkanı, ne de Başbakan
saatlerce bir şey diyemedi, demeç veremediler. “Üzgünüz” dahi
diyemediler. Ancak sabah saat 09:00 sularında televizyon ekranlarının
karşısına geçip halka üstün körü bir açıklama yapabildiler. Durum
vahimdi. Hatta belki de Clinton dahi o anda konuya ilk kez vakıf olan
yardımcılarından ve olağanüstü Milli Güvenlik konseyinden görüş alıyor
ve Türkiye’ye nasıl yardım edileceğini hesaplıyordu. Hemen gerekli sıhhi
yardım ekipleri organize ediliyor ve bölgedeki tüm Amerikan askeri
birlik ve filolarına Türkiye’ye doğru hareket emri veriliyordu. Amerika
diyetini Türkiye’ye tam destek vererek ödemeye çalışıyordu adeta.
Bu arada devreye Avrupa ülkelerinin liderleri de giriyor ve belki de
onlardan da Türkiye için sözler alınıyordu. Yunanistan bile harekete
geçirilerek Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumuna son vermesi
sağlanıyordu. Tüm Batı başkentleri hareket halindeydi, panik yoktu.
Herşey kontrol ve koordinasyon altındaydı; bir tek Türkiye dışında.
Bizde ise sanki bu emrivaki felakete karşı nasıl tavır almaları
gerektiğine bir türlü karar verilemiyor; kararsızlık içinde bocalayarak
büyük bir gizlilik içerisinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Sabah saat 03:05 ile 06:30 arasında Batı’da bu hareketlilik yaşanırken
bölgede de çok hızlı ve çok gizli bir askeri hareketlilik hakimdi. Ancak
herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu olağanüstü gizli operasyondan
kimsenin haberi olmuyordu. Böylece bu işi planlayanlar, gecenin
karanlığından da yararlanıp denizaltından parçaları yüzeye vuran TESLA
makinesinin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yerüstündeki tüm
delilleri de yok ediyorlar ve hatta belki de insanları canlı canlı
gömerek tüm izleri yok etmeye çalışıyorlardı. Ve bölgeye son hızla Rus
araştırma gemisi dahi sabah saat 06:30’da bölgeye vardığında, havanın
aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil olabilecek tek bir cisim bile
kalmamıştı. Deniz altında oluşan radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken
kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonucu meydana gelen denizaltı
krateri ve çukur ortaya çıkarılmasın diye bu bölge derhal askeri
karantinaya alınarak dalışa yasak bölge ilan ediliyordu.
Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra Ecevit ve daha sonra da
Demirel’in bölgeye gitmelerine izin veriliyordu. Onların dahi ne bölgeye
uçuşlarına, ne de telefon irtibatı kurmalarına izin vardı. Sanki koskoca
İstanbul ve Kocaeli bölgesi uzaydan gelen yaratıklar tarafından abluka
altına alınmışçasına tam bir haberleşme karanlığına sokulmuştu. Tek bir
telefon dahi çalışmıyor, elektrikler verilmiyordu.
Ancak Ecevit ve Demirel, belki de olan biteni içlerine
sindiremediklerinden (olmayan vicdanlarının azabı çektikleri için,
yıllardır bu milletin sırtından geçindikleri için) olsa gerek, evleri
kendilerine mezar olan binlerce insanımızın da acısıyla bir türlü rahat
hareket edip halkla bütünleşemiyorlardı.
(Eğer olay ortaya çıkmış olsa idi bu olay PKK terör örgütünün üzerine
atılmak sureti ile geçiştirilecekti. Bu doğrultuda CNN haber spikeri
Patronları olan ABD-İsrailli Siyonistlerden aldığı emir doğrultusunda
Ecevit’e şu soruyu yöneltiyordu.) CNN haber spikerinin “depremin ardında
PKK mı var?” sorusuna, Ecevit ona “siz ne saçmalıyorsunuz, deprem ile
PKK’nın ne alakası var? Bu deprem Cenab-ı Allah tarafından gönderilen
bir doğa olayıdır!!” demesi gerekir iken, diyemiyordu. Sadece spikerle
göz göze gelmemeye dikkat ederek “sanmıyorum” gibi o günlerde bizi
epeyce şaşırtan bir ifade kullanıyordu.
Peki, Amerika ne yaptı sonra? Hemen tüm imkanlarını Türkiye için
seferber etmedi mi? Clinton Amerikan halkından Türkiye’ye yardım
etmelerini istemedi mi? Kasım’da Türkiye’ye geleceğini ilan edip,
Ecevit’in de bu arada Amerika’ya kendini ziyarete geleceğini haber
vermedi mi? Ecevit belki de Amerika’ya bu felaketin ve binlerce şehidin
diyetini konuşmaya gidecekti. Nitekim gitti de. Ardından Clinton
Türkiye’ye gelerek deprem bölgesini ziyaret etti, insanlarla konuştu,
bizleri çok sevdiği imajı verdi, bebekleri kucağına alıp sevdi, onlara
hediyeler ve yardımlar verdirdi. (bizlerde; ABD-İsrailli Siyonistler
bizi ne kadar çok seviyorlar mış dedik) ABD’nin bu aşırı ilgisi sadece
bir müttefik olmasıyla açıklanamazdı.
Bu arada, acaba hükümet içinden sızan bilgiler, bazı bakanların
özellikle MHP kanadının yabancılara karşı saldırgan tavır takınmalarına
neden olmuş olamaz mı? İlk anda çok yadırgadığımız Sağlık Bakanı Osman
DURMUŞ’un “yabancılara tek hasta bile vermem ve onlardan kan da almam”
demesini şimdi yadırgayabiliyor musunuz? ABD’nin saygın gazetelerinden
New York Post’un haberine bir de bu gözle bakın:
“Türk hükümeti, ABD’nin Deniz Hastanelerini kullanmıyor...
Türkiye’deki şiddetli depremde 27.200’den fazla kişi yaralandı. Ancak
yetkililer tarafından dün yapılan açıklamada, depremin meydana geldiği
tarihten itibaren geçen iki haftalık süre içinde ABD tarafından
gönderilen Deniz Kuvvetleri’ne ait üç adet yüzer hastanede henüz tek bir
hastanın bile tedavi edilmediği bildirildi.
Türkiye’ye gönderilmiş olan uluslar arası yardımın çoğunun
kullanılmaması Ankara’daki hükümetin eleştirilmesine neden oldu.
Türkiye’de yayınlanan Radikal gazetesi dünkü sayısında, 750 ton yardım
malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin üç gün süreyle gümrükte
tutulduğunu yazdı.
ABD gemilerinin İzmit’e varışından önce Türkiye Sağlık Bakanı Osman
DURMUŞ’un, bu gemilere ihtiyaç olmadığına ilişkin sözlerine geniş bir
şekilde yer verildi.
Ancak ABD Büyükelçiliği, aralarında 600’den fazla yatak taşıyan
Kearsarge adlı geminin de bulunduğu üç adet yüzer hastaneyle ilgili
olarak bir uyuşmazlık yaşanmadığını bildirdi.”
Ne ölenler geri gelir, ne de anılarımız.
Ancak İzmit’te, Gölcük’te Yalova’da Halıdere’de Avcılar’da, Bolu’da
Düzce’de ve daha nice yerleşim merkezinde enkaz altında hayatlarını
yitiren binlerce Mehmet, Hatice, Ayşe ve Ali’ye karşı bir vicdan
borcumuzda mı olmayacak? Onlar geride gözleri yaşlı onbinlerce
sevenlerini, sıcaklıklarından mahrum bırakırken, sırf Kaliforniya’da
Jony’ler, Susan’lar ve Alice’ler yaşasın diye yaşamdan çalındıklarını
dünya bilmesin mi? Emekli Bir Subay.
17 Ağustos depremi kuşkusuz hepimizi derinden sarstı. Deprem bütün ülke
halkını derinden üzerken, depremin açtığı yaralar hâlâ tam haliyle
sarılabilmiş değil.
Açıkça söylemek gerekirse 17 Ağustos Gölcük depreminden sonra ben de
yukarıdaki senaryoya benzer şeyler düşünmüştüm. Daha sonra sağduyusuna
güvendiğim bir dostuma “acaba onların işi olabilir mi?” diye sordum.
Önemli bir devlet kurumunda uzman olarak çalışan dostum “Açıkçası ben de
aynı şeyi düşündüm” diye cevap verdi, son derece sakin bir şekilde...
Kısa süre sonra yalnız olmadığımız ortaya çıktı ve Sabah gazetesinden
Can Ataklı köşesinde şunları yazdı : Yenişafak gazetesinden Taha
Kıvanç’ın yazısı : Sabah gazetesinden Sedat Sertoğlu bu konuda en
detaylı yazıyı yazıyordu :(Yazı metinleri ekte),
Bu yazı Sayın Aydoğan VATANDAŞ Bey’in “HAARP-KIYAMET TEKNOLOJİSİ” adlı
kitabından özet olarak alınmıştır.(Parantez içindekiler benim araştırma
ve yorumlarım)

İNANMASANIZ DA OLUR
Taha KIVANÇ - 15 Kasım 1999 - Yenişafak Gazetesi
İster inanın ister inanmayın, bundan 2,5 ay önce, "Gerçek değil, hayal"
başlıklı Kulis'i yazarken olayın bu boyutlara varacağını hiç hesap
etmemiştim. Dikkatimi çeken bir filme işarette bulunmuştum o yazıda;
Bill Clinton'un Türkiye'ye gelişi, filmin konusu ve deprem olayları
arasında irtibat kurmuştum... Sonunda, o yazıda 'hayal' diye kaydettiğim
gelişmelerin hemen hepsi fazlasıyla gerçekleşti. Üstelik Clinton da
beklendiğinden bir gün önce (dün) ülkemize geldi... Sanki komplolara
meydan okuyor Clinton...
O yazıma esas teşkil eden filmin adı 'Komplo Teorisi'; başrolde ünlü
sanatçılar Mel Gibson ve Julia Roberts oynadığı için dünyanın her
tarafında milyonlarca sinemasever tarafından izlendi film. Üşütük
görüntüsü veren bir taksi şoförü, adalet bakanlığında çalışan bir genç
kadınla ilgileniyor. Genç kadın da şoförü ciddiye almıyor önceleri,
ancak birbiri ardına meydana gelen olaylar kadının gözünü açıyor.
İzleyiciler olarak bizim zihnimiz karışıyor film boyunca, karşımıza
çıkan olayların hangisi gerçek, hangisi 'komplo' ayırt edemez
oluyoruz...
Mel Gibson'un canlandırdığı üşütük görüntüsü veren taksi şoförünün
filmdeki adı Jerry Flecher... Adam şoförden öte bir şey; 'Komplo
Teorisi' adıyla sadece sınırlı sayıdaki abonelerine gönderdiği haftalık
bir haber bülteni de çıkartıyor... Bültenin son sayısında bir kaç
senaryoya yer veriyor Flecher; bunlardan en önemlisi, NASA'nın,
ödeneklerini kesen ABD başkanının hayatına kast eden bir komployu
sahneye koyacağını tahmin etmesi... Flecher gazetelerde öylesine
yayımlanan bir kaç masum haber arasında irtibat kuruyor ve NASA'nın
uzaya gönderdiği bir araçtan yeryüzünü harekete geçireceğini, depreme
sebep olacağını tahmin ediyor... Jerry, Avrupa gezisi sırasında ziyaret
edeceği Türkiye'de, NASA'nın yapay hareketlendirmesiyle meydana gelecek
yer sarsıntısında, ABD başkanının hayatını kaybedeceğini de öngörüyor...
Filmi, ya da o filmin hikâyesine temas ettiğim Kulis'i hatırladınız mı?
Senaryoyu kaleme alanlar, Türkiye'deki muhtemel depremin şiddetini bile
doğru tahmin etmişlerdi: 7.4... Ben filmin senaryosundaki bizi
ilgilendiren ilginç ayrıntılara Kulis'te temas ettikten (25 Ağustos
1999) sonra, 'Komplo Teorisi' filmi benim işaret ettiğim özellikleriyle
bazı gazetelerde birinci sayfa haberi oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde
meydana gelen depremlerdeki garip bağlara, ilintilere dikkat çekilen
mesajlar İnternet'te dolaşıp durdu. Önceki gün Düzce'de yeni bir deprem
meydana geldiğinde 'Komplo Teorisi' filmi yeniden hatırlandı...
Bakın 2,5 ay önceki o Kulis'te neler yazmışım: "Beynim Jerry Flecher
gibi komplo teorilerine fazla çalışmaz; NASA gibi bir kurumun istediği
yerde istediği zaman yeri harekete geçirebileceğine inanmam da mümkün
değil benim. Jerry Flecher olsaydım, 'Komplo Teorisi' filmini bütünüyle
gerçek hale getirecek bir senaryo yazmam mümkün olurdu. Sırf Clinton'u
ortadan kaldırmak için harekete geçen birileri, iz sürenleri şaşırtmak
için, ellerindeki teknik gücü filmde öngörüldüğü şekilde bir kere değil
iki kere kullanmaya kalkışmış olabilirler pekâlâ. Birincisi, Gölcük
merkezli bir deprem için, ikincisi de başkanı ortadan kaldıracak
İstanbul merkezli ikinci bir deprem için... Tabii böyle bir senaryo
ancak Jerry Flecher'in hayal dünyasında bulunabilir..."
Tabii, Düzce merkezli yeni depremden sonra senaryo biraz değişmek
zorunda; iki değil üç ayrı deprem planlamak gerekiyor çünkü. Biri Gölcük
merkezli, diğeri Düzce merkezli, bir de bu ikisinin hazırladığı
zihinlerin kabul edebileceği daha güçlü bir üçüncü deprem... Bill
Clinton NASA'nın ödeneklerini kısıyor mu, NASA yapay depreme sebep
olabilecek teknolojiye sahip mi, şu sıralarda Türkiye'nin üzerinde
NASA'ya ait bir uzay aracı dolaşıyor mu? Bu soruların hiçbirinin
cevabını bilmiyorum ben. Zaten Jerry Flecher değilim ki, birbiriyle
ilintisiz olaylar arasında bu tür ilişkiler kurabileyim.
Şu sıralarda cevabını en çok merak ettiğim soru ne biliyor musunuz?
"Acaba Bill Clinton Komplo Teorisi filmini gördü, Brian Helgeland'ın
yazdığı senaryoya dayalı filmin başarısından sonra J. H. Marks'a
yazdırılan romanını okudu mu?"

SİSMİK BOMBA ŞÜPHESİ
Can ATAKLI - 31 Ağustos 1999 – Sabah Gazetesi
Adam diyor ki: “Deprem olmadı, sismik bomba atıldı” al başına belayı,
olacak iş mi, ama şeytan da dürtüyor “neden olmasın?” diye.
Balıkçının biri “Tam deprem olurken göğe bir ateş topu yükseldi, gökyüzü
aydınlandı, yıldızları tutacak gibi oldum” demesiydi belki de “fısıltı
gazetesi”nin tirajı bu kadar büyük olmayacaktı. Balıkçının bu ifadesini
başka görgü tanıkları da destekleyince ve bir de üstelik Büyükada
açıklarında “ağların eridiği” söylentisi yayılınca “komplo teorileri” de
devreye girdi.
Yarın depremin üçüncü haftasına giriyoruz. İlk haftanın sonundan beri
konuşulan bir konu var. Hatta öyle ki kimi okurlar “Kardeşim bunu niye
yazmıyorsunuz, niye saklıyorsunuz? diye sitem bile ediyor.
Konu şu: Marmara’daki depremin “görülmemiş” ölçüde büyük olmasının
nedeni sadece doğa olayı olmayabilir, İzmit Körfezi’ne “sismik bomba”
atılmış olabilir.
Böyle bir bomba var mı?
Şu ana kadar böyle bir bombanın imal edilip edilmediği konusunda resmi
bilgi yok. Yok ama, teknik olarak mümkün. Sismik bomba şu oluyormuş:
Dünyanın çevresine yerleştirilmiş bir uydu, dünyanın herhangi bir
bölgesine, insan kulağının asla duymayacağı çok güçlü ses dalgası
gönderiyor. Bu da yer sarsıntısına neden oluyor. Eğer bu ses dalgaları
kırılmaya yüz tutmuş fay hatlarına gönderiliyorsa, sarsıntı çok daha
şiddetli oluyor.
Madem lafa girdik, artık sürdüreceğiz mecburen. “Sismik bomba atılmış
olabilir” teorisi nereden kuvvet buluyor? “Fısıltı gazetesi”nin
haberlerine göre, CNN’de Ecevit’e sorulan bir soru akılları karıştırmış.
CNN muhabiri “Depremde PKK parmağı olabilir mi?” diyor, Ecevit de
“Zannetmiyorum” karşılığını veriyor, konu kapanıyor. Ama “komplo teorisi
üretecek kapasitede” beyin taşıyanlarda merak başlıyor. “Ne demek PKK
parmağı, yani biri istese deprem yapabiliyor mu?
Ardından şu sıralarda CİNE-5’te gösterilmeye başlanacak olan, “Komplo
Teorileri” isimli film geliyor. İzlemeyenler için yazıyorum, eski bir
ajan olan filmin kahramanı, çeşitli teoriler üretiyor ve ilgili
makamlara bildiriyor. Bunlardan biri Amerika Başkanı’na düzenlenecek
suikastle ilgili. Filmin kahramanı diyor ki “Başkanı öldürmek
isteyenler, Türkiye gezisini bekliyor. Başkan Türkiye’deyken, sismik
bomba atılacak, deprem olacak, İstanbul yıkılacak, başkan da enkaz
altında kalıp ölecek.”
Nitekim filmin ilerleyen dakikalarında Başkan Türkiye’ye gelmeden az
önce deprem oluyor ve binlerce kişi ölüyor.
“Fısıltı gazetesi”nin yaydığına göre, İzmit Körfezi’ndeki alev topu,
denizin içinde bulunan ve lava benzeyen madde, Altıncı Filo’nun gelişi,
bir Rus araştırma gemisinin depremden iki saat sonra Marmara’ya girişi,
bir Amerikan heyetinin Tsunami olup olmadığını araştırmak için bölgeye
gelip dalış yapması, Amerika’nın fevkalâde yakın ilgisi, uzmanların yeni
deprem olabilir uyarıları “depreme başka şeylerin karıştığı” sanılarını
arttırıyormuş.
Tabii böyle anlarda insan beyni “normalden çok farklı” çalışıyor. Hele
bizim gibi pekçok işe şeytanın karıştığı ülkelerde bu tür “paranoyak”
düşünceler ortaya çıkıyor.
Çıkmakla da kalmıyor, bir sürü insan inanmasa da “Valla neden olmasın?”
sorusunu soruyor. Olabilir mi?
Buraya kadar “fısıltı gazetesi”nin yayınlarından derlenen bilgileri
okudunuz. Peki gerçekten böyle bir bomba olabilir mi, olsa bile bunu
kim, hangi amaçla ve Türkiye’nin kalbine atacak cesareti nasıl kendinde
bulur?
Filmdeki gibi “cani bir bilimadamı” olması mümkün değil. Bu silahı
elinde tutan bir devletin şu ya da bu nedenle bunu yapması da günümüz
dünyasında mümkün olamaz.
Geriye bir tek “yanlışlık” ve sanal hedef olarak da İzmit Körfezi’ni
nişanlıyor. Ama ne oluyorsa oluyor, sistem devreye giriyor. Ondan
sonrası malum.
Uçuk gibi geldi size de değil mi? Bana da öyle.
Amaaa, Ege Denizi’nde bir Amerikan gemisinin, dünyanın en gelişmiş
teknolojisi ile denetlenen ateşleme sisteminin, “yanlışlıkla” devreye
girdiğini ve gidip bir Türk savaş gemisini, en önemli noktasından
vurduğunu, pekçok Levendimizin ŞEHİT olduğunu da unutamıyorum bir
türlü.”
CAN ATAKLI ŞİMDİ İŞSİZ...............
H A A R P
Sedat SERTOĞLU – 24 Ağustos 1999 – Sabah Gazetesi
Bu harfler, ABD’nin en gizli askeri projelerinden biri olan “High
Frequency Active Auroral Research Program” isminin baş harfleri...
Adından görüldüğü gibi yüksek frekansla ilgili bir program bu...
Bu konuyu gündeme getirmemizin nedeni, son zamanlarda bazı kişilerin
İnternet aracılığı ile HAARP projesini, Yıldız Savaşları filmleri
senaryosu türünden senaryolarla Körfez depremine bağlayıp, birbirlerine
iletmeye başlamaları. Hayal gücü oldukça yüksek bir milletiz. Kendimiz
uydurup, sonra da kendimiz inanıyoruz. “Fısıltı gazetesi” akıl almaz bir
hızla yalan yanlış herşeyi yayıyor. Bu nedenle konuyla ilgili doğruları
bilmekte yarar var..
Bu proje 6 yıldan beri, Alaska’da Gakona askeri üssü yakınlarında, ABD
Hava ve Deniz Kuvvetleri’nce gerçekleştiriliyor. Resmi amacı,
İyonosfer’de araştırma yapmak. Bu projenin gerçekleşmesinde üç Amerikan
şirketi ARCO, Raytheon ve E-Sistemleri, önemli rol oynadı ve hâlâ
oynuyor..
Amerikalı askeri yetkililere göre, HAARP şunları gerçekleştirecek:
1-Atmosferdeki termonükleer araçların elektromanyetik vuruşlarını
değiştirmek,
2-Denizaltılarla haberleşmeyi kolaylaştırmak,
3-Radar sistemlerini son derece geliştirmek,
4-Çok büyük bir bölgede, ABD ordusu dışında tüm haberleşmeyi durdurmak,
5-EMass ve Cray bilgisayarları ile ortaklaşa, toprağın altını çok
derinlere kadar incelemek,
6-Büyük alanlarda petrol, doğalgaz ve mineralleri tespit etmek,
7-Cruise füzeleri gibi her türlü saldırı silahı ve uçağı havada imha
etmek.
Gelelim, bu projeye karşıt olan Amerikalı bilimadamları da var. Bunun
son derece tehlikeli olduğunu savunuyorlar. Çünkü, onlara göre, HAARP
öylesine bir güç haline gelebilir ki, elinde tutan dünyanın tartışmasız
hakimi olur..
Projenin karşıtlarından biri olan, ülkenin en ünlü jeofizikçilerinden
Prof.Gordon J.F.MacDonald’e göre, elektromanyetik teknoloji bakın daha
neler yapabilir:
1-İklimleri değiştirebilir,
2-Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir,
3-Ozon tabakası ile oynayabilir,
4-Deprem yaratabilir,
5-Okyanus dalgalarını kontrol edebilir,
6-Dünyanın enerji alanları ile oynayarak, insan beynini kontrol altına
alabilir,
7-Radyasyon yaymayan termonükleer patlama oluşturabilir...
Bunlar yapabildiklerinin sadece bir kısmı.. Dehşet değil mi?
Ancak, Amerika Hava Kuvvetleri, iklimlerin kontrolünü amaçlayan
“Spacecast 2020” projesi ile ilgili olarak “Çevreyi değiştirme
teknikleri ile bir başka ülkeyi yok etmek veya zarara uğratmak yasaktır”
açıklamasını da yapmış durumda...
Bu proje çok küçük sinyallerle çok büyük enerjileri kontrol etme mantığı
üzerine kurulduğuna göre, Zbigniev Brezinski’nin 1970’lerde sözünü
ettiği “İlerki yıllarda teknolojiye bağlı daha kontrollü bir toplum
olacağı ve elitlerin bu imkanı kullanacağı” cümlesi sanki gerçek
oluyor...
ABD eski Başkanı George Bush, “Yeni Dünya Düzeni” cümlesini kullanırken,
acaba sadece, siyasi anlamda mı bunu söyledi?
Sizce HAARP ile ilgili bir başka ilginç şeyi anlatalım... Bu konuda
Web’de açılan sayfalar, buradaki konuşmalar, gelen bilgiler, tartışılan
konular sık sık esrarengiz eller tarafından silinip yok ediliyor. HAARP,
bu konuyu inceleyenlere göre, 1994 yılından bu yana, en çok sansüre
uğrayan konu durumunda...
Bir de bu konuda yazılmış olan ve adını çok ilginç bulduğumuz bir
kitaptan söz edelim:
“Angels D’ont with HAARP..”
HAARP tartışması ABD’de daha çok uzun süreceğe benziyor...”
SEDAT SERTOĞLU ŞU ANDA AKŞAM GAZETESİ’NDE ÇALIŞIYOR........
Gönderen: Muhammed Hakim ONÜÇ
Tarih: 30.06.2004 Saat: 18:21 Yayınlayan:
isbara_alp
http://www.doguturkistan.net/modules.php?name=News&file=article&sid=1841
http://www.meteoquake.org/haarp3.html
|